Alevilere yönelik Şii / Caferi misyonerliği ve Alevi - Şii benzemezliği üzerine
Şiilik, üç büyük İslami ekolden biridir. Diğer ikisi
Sünnilik ve Aleviliktir. Bu üç adlandırma da bir üst kimliği ifade etmekte olup
pek çok alt ekol, söz konusu üst kimlikler dahilinde değerlendirilmektedir.
Sözgelimi, Sünnilik çerçevesinde itikadi açıdan iki ekol
vardır ki bunlar; Maturudilik ve Eş’ariliktir. Yine Sünnilik dahilinde bulunan
dört fıkhi ekol vardır. Bunlar da; Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve
Hanbeliliktir.
Şiilik inancı da benzer şekilde çeşitli alt ekollere
ayrılmıştır. İslam mezhepler tarihinde Şii ekoller olarak adlandırılan
oluşumlardan bazıları şunlardır; İsna aşeriyye, İsmailiyye ve Zeydiyye…
Sünni bilginler, Şiiliği, Ilımlı Şiilik ve Sapkın Şiilik (
Gulat – ı Şia ) olmak üzere kategorize etmişlerdir. İsna aşeriyye, Zeydiyye ve
kısmen İsmailiyye mutedil olarak telakki edilmiştir.
Bununla birlikte, gerçekte Şia ile çok keskin ve katı bir
biçimde ayrışan Alevilik, Ali Allahilik, Kızılbaşlık, Bektaşilik ve Nusayrilik
gibi ekolleri ise “Sapkın Şiilik” olarak nitelendirmişlerdir. Sünni bilginlerin
sapkın gördüğü bu ekolleri, Şii ulema da aynı şekilde sapkın addetmiştir.
Bundan dolayıdır ki bugün İran’da Şii Caferi mollalar “Ali Allahilere” karşı
amansız bir mücadele vermektedir. İran Devletince pek çok Ali Allahi
cezalandırılmakta ve gadre uğratılmaktadır. İdam, sürgün ve hapis cezaları ile
sindirilmek istenen İranlı Aleviler olan Ali Allahiler ( Ehlihaklar ) maruz
kaldıkları muameleler bakımından Türkiyeli Alevilerden bile daha kötü durumdadır.
Günümüzde Şiilik denilince akla öncelikle “İsna aşeriyye”
gelmektedir. İsna aşeriyye, “On İkiciler” demektir. On İki İmam inancından
dolayı İsna aşeriyye denilen bu grubun bir diğer adı da İmamiyyedir. Ancak bu
guruba dair en bilindik adlandırma, Caferiyye / Caferiliktir. Caferilik, İran
İslam Cumhuriyeti’nin resmi mezhebidir. Arkasında devlet gücü bulunmasından
dolayı diğer Şii ekollere karşı ( İsmailiyye ve Zeydiyye ) tartışılmaz bir
üstünlük kazanan Caferilik, misyonerlik faaliyetlerine büyük önem vermektedir.
Yapılan çalışmalar sonucu pek çok kimse devşirilmek suretiyle
Caferileştirilmiştir. Bu süreç halen tüm hızıyla sürmektedir.
Caferileştirme hareketi yada Caferi misyonerliğinin kendisi
dışındaki diğer Şii ekollerden sonra öncelikli hedef kitlesi İran’da Ali
Allahiler ( Ehlihaklar ), Irak’ta Sarılılar, Kakailer ve Şahbekler, Türkiye’de
ise Alevi Kızılbaşlar, Tahtacılar, Nusayriler ve Bektaşilerdir. Bilindiği üzere
anılan bu grupların tümü aslında Alevi üst kimliğinin bileşenleridir. Yani
hepsi Alevidir.
İran devletinden aldığı güçle hareket eden Caferi
misyonerliğinin Balkanlardaki Alevi Bektaşi ve Bedreddini gruplar üzerinde de
yoğun bir biçimde çalıştığı bilinmektedir.
Caferi misyonerlerin Alevilere yönelik söylemleri tahlil
edildiğinde misyonerlik faaliyetlerinin dayandığı teolojik zemin ve ulaşılmak
istenen hedef netleşmektedir.
Bu bağlamda hedef, Alevileri Caferileştirmek ve Aleviliği
yok etmektir. Böylece Sünnilere göre “ Gulat – ı Şia “ çerçevesine sokulan
Aleviler, Kızılbaşlar,Tahtacılar, Nusayriler ve Bektaşiler sözüm ona hidayete
erdirilmek suretiyle fiziken değil ama itikaden imha edileceklerdir. Bu noktada
Şii ve Sünni ulemanın sinsi bir işbirliği içinde oldukları her bakımdan
görülmektedir. Sünni ulemanın büyük çoğunluğu Alevi, Kızılbaş, Bektaşi ve
Nusayrilerin Caferileşmesinden memnuniyet duymaktadır. Özellikle Türkiye’de
Sünni kurum ve kuruluşlar, Caferilere, Alevileri asimile etmeleri için yardım
etmektedir. Türkiye hükümetince düzenlenen Alevi Çalıştaylarına, Şii / Caferi
temsilcilerin yoğun bir biçimde çağrılmaları ve iştiraklerinin temini, Sünni
temsilcilerle aynı söylemleri kullanmaları bunun somut göstergelerinden
biridir.
Sünni ulema ve Sünni misyonerler, Alevileri Sünnileştirme
noktasında Caferileşmeyle kıyaslandığında son derece başarısız olduklarını
gördüklerinden din kardeşleri olarak müşahede ettikleri ve mutedil Şii grup
şeklinde niteledikleri Caferilerin, Alevileri, camili, namazlı ve ramazan orucu
tutan bir topluluğa dönüştürme çalışmalarında gerekli maddi ve manevi desteği
vermekten kaçınmamaktadır.
Bilmektedirler ki Alevileri Caferileştirmek
Sünnileştirmekten daha kolaydır. Çünkü Aleviler ve Caferiler arasındaki itikadi
benzerliklerin Sünniler ile Aleviler arasındaki benzerliklerden daha fazla
olduğu zannına sahiptirler. Bu sözde benzerliklerin mevcudiyeti Caferileri de
heyecanlandırmakta ve misyonerlik faaliyetlerinde geniş bir manevra alanı
yaratmaktadır.
Bu noktada açıkça belirtmeliyiz ki, Alevi ve Caferi inancı
arasında itikadi benzerlikler bulunduğuna inanmak aslında son derece
yanıltıcıdır. İtikadi benzerlikler bulunduğu fikrini de yeterli görmeyip Alevi
ve Caferi inancı arasında “ hiçbir farkın olmadığını” iddia edebilenler de
mevcuttur. Bu söylem aslında misyonerlik bakımından kimi çevrelerin ne denli
pervasızlaşabildiklerini alenen göstermektedir.
Bir başka pervasızlık örneği de kimi Caferilerin
kimliklerini ifade ederken Alevi olduklarını söylemeleridir. Oysa ne Aleviler
Caferidir ne de Caferiler Alevidir. Alevilerin İmam Cafer – i Sadık’a duydukları
büyük sevgi ve saygının istismar edilerek; “ Siz de fıkhi açıdan İmam Cafer’e
bağlısınız, o halde siz de Caferisiniz.” denilmesi son derece yavan ve
içeriksiz bir söylemdir. Zira bu söylem Sünni ulemanın, “ Hz. Ali’yi sevmek
Alevilikse biz de Aleviyiz.” Demelerine tıpatıp benzemektedir.
Alevilik ve Şii / Caferi mezhebi arasındaki benzerlikler
tümüyle simgesel ve yüzeyseldir. Bu benzerlikler; Allah’ın birliği, Hz.
Muhammed’in peygamberliği, Hz. Ali’nin ve On İki İmamların imamet ve velayeti
inancıdır. Bu konularda Alevi ve Caferi inancı benzeşir görünmektedir. Oysa
gerçek hiç de öyle değildir.
Alevi ve Şii / Caferi mezhebi arasındaki derin ve çetin
farklılıkların tahlilinde hatırdan çıkarılmaması gereken en önemli unsur iki
mezhepsel akımın birbirine zıt iki dinsel paradigmaya sahip oldukları
gerçeğidir. Alevilik; mistik / ezoterik / batıni / içsel bir teşekküldür.
Caferilik ise, fıkhi / şeriatçı / zahiri / dışsal bir oluşumdur.
Aleviliğin itikadi konulara bakışı sahip olduğu ezoterik
anlayışla örülmüştür. Allah inancı, peygamber inancı, imamet ve velayet inancı
ve hatta eskatolojik inanış batıni tevil ve yorumlarla zahiri dinsel görüşten
tümüyle ayrışmıştır.
Şimdi bunları tek tek ele alalım.
Şii / Caferi inanışta Allah inancı tıpkı Sünnilikteki gibi “
teist “ içeriktedir ve transandantal / aşkın / müteal bir Tanrı anlayışına
dayanmaktadır. Buna göre Allah, zatı ve sıfatları itibariyle varlıklar
dünyasından eş deyişle evrenden ayrıdır. O kendisine özgü ve zorunlu bir
varlığa sahiptir. Hiçbir varlık ona benzemez. O, bütün varlıkların yoktan
yaratıcısıdır. Yaratıcı olan Allah ile yaratılan varlıklar birbirinden ayrıdır.
Alevilikteki Allah inancı ise vahdet – i vücud düşüncesine
dayanan ve panteist / tümtanrıcı bir içeriktedir. Şiilikteki gibi transandantal
/ aşkın / müteal değil içkin / mündemiçtir. Yani, evren ve Tanrı bir bütündür.
Evren, Tanrı’nın tecellisidir. Evren ve Tanrı birbirinden ayrı değildir. Tanrı
bütün varlıklarda tecelli eder. İnsan, evrenin özü ve özeti olduğundan Allah’ın
en güzel, en mükemmel ve açık tecellisidir. İnsanların en yücesi olan resuller
ve imamlar da Tanrı’nın hulul etmiş halidirler. Hulul, tanrısal tecellinin en
üst noktasıdır. Alevilikte Hz. Ali, tanrısal tecellinin simgesel ifadesi ve
tezahürüdür. Yani Hz. Ali, Allah’ın insan şeklinde tecelli etmiş halidir.
Nitekim Kur’an’da insanın uluhiyetine / tanrısallığına
işaret olmak üzere Allah’ın “ insana kendi ruhundan üflediği “ ve bu yolla ona
can verdiği, dolayısıyla insanda tanrısal bir ruhun bulunduğu belirtilmektedir.
( 1 )
Yine insan ile Tanrı arasındaki ilişki anlatılırken insanın
uluhiyetine / tanrısallığına işaret olmak üzere şöyle denilmektedir:
“…Biz ona ( insana ) şah damarından daha yakınız.” (2)
Caferi inancı açısından bakıldığında Alevilikteki Allah
inancı kişiyi küfre yani kafirliğe ve şirke yani müşrikliğe götürür. Eş deyişle
bir kimse Allah’a Alevilikteki gibi bir inançsal çerçeve içerisinde inanırsa o
kimse kesinlikle kafir ve müşriktir.
Caferilikteki tevhid inancıyla Allah’ın tekliği ve hiçbir
varlıkta tecelli etmeyeceği kastedilirken Alevilikteki tevhid inancıyla ise
varlıklar aleminde Allah’tan başka hiçbir varlığın bulunmadığı, var olan her
şeyin Allah’ın bir tecellisinden ibaret olduğu ve hiç birinin mutlak varlık
olmadığı kastedilmektedir. Yani görüldüğü gibi “ Allah birdir “ derken bile iki
mezhep tümüyle birbirine zıt itikatları savunmaktadır.
Alevilik ve Caferilik peygamberlik ( nübüvvet ) ve velayet
inancı bakımından da son derece farklı düşünmektedir. Hz. Adem’den Hz.
Muhammed’e değin tüm peygamberlere iman etmek İslami bir gerekliliktir. Ancak
bu gereklilik her iki mezhepte farklı içeriklere bürünmüştür.
Şöyle ki;
Şii / Caferi inancında tıpkı Sünnilikteki gibi bütün
peygamberler Cebrail adı verilen vahiy meleğinden aldıkları vahiy yoluyla
Allah’tan bilgi, buyruk ve yasaklar alırlar. Caferilik ve Sünnilikte Cebrail
neredeyse ontolojik çerçevede bir varlık olarak telakki edilir. Oysa Alevilikte
hem Cebrail hem de diğer tüm melekler ontolojik bir varlık olmayıp Tanrı’nın
güçlerinin simgesel ifade biçimleridir. İşte bu nedenle Alevilikte vahiy,
Tanrı’nın peygamberlerin kalbine ve aklına kimi bilgi, buyruk ve yasakları
ilham etmesinden başka bir şey değildir. Cebrail bu noktada resullerin aklı ve
yüreğinden ibarettir. Yine işte bu nedenle kutsal kitaplar resullerin sözüdür.
Kur’an da doğrudan doğruya Hz. Muhammed’in sözüdür. Bu gerçeği bizzat Kur’an’ın
kendisi de açıklamaktadır.
Hakka Suresi 41. ayette şöyle denilmektedir:
“ İnnehu lekavlu resulin keriym.” / “Kuşkusuz o, şerefli bir
elçinin sözüdür.” (3)
Bu ayette doğrudan doğruya Alevi inancına uygun bir biçimde
Tanrı’nın esinlemesiyle Hz. Muhammed’in sözü olarak Kur’an’ın teşekkül etmiş
olduğuna işaret edilmektedir. Ancak bu ve benzeri ayetlere karşın Şii / Caferi
ve Sünni ulema Kur’an’ı peygamber sözü olarak kabul etmekten kaçınmakta ve bu
noktada çeşitli tevillere baş vurmaktadır.
Alevi inancına göre tüm peygamberlerin asli ve ilk görevi
Hz. Ali’nin velayetini tebliğdir. Hz. Muhammed’in de baş görevi Hz. Ali’nin
velayet ve imametini ve onun Allah’ın hulul etmiş hali olduğunu insanlara
bildirmektir.
Bir başka ifadeyle söyleyecek olursak aslında tüm
peygamberler Hz. Ali’yi anlatmak ve onun uluhiyetini / tanrısallığını insanlara
tebliğ etmek için gönderilmiştir. Hz. Ali’nin temsil ettiği velayet makamı,
onun Allah’ın hulul etmiş hali olmasından ötürü nübüvvet makamından derece
bakımından tartışmasız bir biçimde daha üsttedir. Velayeti nübüvvetten daha
üstte görmek Alevilikle Şii / Caferi inancı arasındaki en keskin ve en çetin farklılığı
oluşturmaktadır. Zira Caferi inancına göre velayeti nübüvvetten üstün görmek
apaçık küfür olarak görülmektedir.
Oysa Kur’an’da velayetin nübüvvetten üstün olduğuna işaret
edilmektedir. Hz. Musa ile Hz. Hızır arasındaki ilişkiden de anlaşıldığı üzere
velayet nübüvvetten kesinlikle üstündür. Ancak bu itikadi gerçeği sezebilmek
öncelikle Alevi mistik yola intisap etmeyi gerekli kılmaktadır. Bu nedenle
velayeti nübüvvetten üstün görmeyi zahir ehline izah edebilmek de son derece
zor ve hatta bir hayli tehlikelidir.
Şimdi Hz. Musa ile Hz. Hızır arasındaki ilişkiyi anlatan
ilgili Kur’an ayetlerine bakalım:
Orada kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan
bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir bilgi öğretmiştik.
Musa ona şöyle dedi; “ Sana öğretilen bilgiden bana da
öğretmen için sana uyup bağlanabilir miyim? “
O şöyle dedi; “ Doğrusu sen benimle birlikte olmaya
dayanamazsın.”
“Sana bildirilmeyen bir şeye nasıl dayanabilirsin?”
Bunun üzerine Musa şöyle dedi; “ Tanrı dilerse beni dayanıklı
bulacaksın ve ben hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim.”
O şöyle karşılık verdi; “Eğer bana uyacaksan, o konuda ben
bir söz söyleyinceye kadar bana hiçbir şey hakkında soru sormayacaksın.”
Derken yola koyuldular. Sonunda, bir gemiye bindiklerinde o
genç, gemiyi deldi. Musa ise; “Sen onu içindekileri boğmak için mi deldin?
Doğrusu, şaşılacak bir iş yaptın.” dedi.
O da şöyle dedi; “Ben sana benimle birlikte olmaya
dayanamazsın demedim mi?”
Musa; “Unuttuğum için beni kınama. Seninle arkadaşlığımda da
bana güçlük çıkarma.” dedi.
Yine yola koyuldular. Bir erkek çocuğa rast geldiklerinde, o
genç, onu öldürdü. Musa; “Bir cana kıymamış suçsuz bir kimseyi mi öldürdün?
Doğrusu çok kötü bir iş yaptın.” dedi.
O genç yine şöyle dedi; “ Ben sana benimle birlikteliğe
dayanamazsın demedim mi ? “
Musa şöyle karşılık verdi; “Eğer bundan sonra sana bir şey
sorarsam artık benimle arkadaşlık etme. Çünkü artık özür dileyemeyecek duruma
geldim.”
Yine yola koyuldular; sonunda vardıkları bir kasaba
halkından yiyecek istediler. Kasaba halkı, bu ikisini konuk etmek istemedi.
İkisi, kasaba içinde yıkılmağa yüz tutan bir duvar gördüler. Musa'nın arkadaşı
onu doğrultuverdi. Musa; “Dileseydin buna karşı bir ücret alabilirdin.” dedi.
O genç şöyle söyledi; “İşte bu, seninle benim ayrılışımız
olacaktır. Şimdi, dayanamadığın işlerin yorumunu sana anlatacağım.”
“O gemi, denizde çalışan birkaç yoksula aitti; onu kusurlu
kılmak istedim. Çünkü peşlerinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir kral
vardı.”
“O çocuğa gelince, onun ana babası inançlı kimselerdi.
Çocuğun onları azgınlık ve inkara sürüklemesinden kaygı duyduk.”
“İstedik ki rableri onun yerine kendilerine, temizlik
bakımından daha iyi ve daha çok merhamet eden birini versin.”
“Gelelim duvara; o, kasabadaki iki öksüz çocuğundu. Altında
onlar için saklanmış bir gömü vardı ve onların babaları iyi bir kişi idi. Onun
için rabbin onların erginlik çağına ermelerini ve gömülerini çıkarmalarını
diledi. Bütün bunlar, rabbinden bir rahmettir ve ben hiçbirini kendi görüşümle
yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin açıklaması budur.” dedi. (4)
Görüldüğü üzere “ kullardan bir kul “ olarak nitelenen ve
Hz. Hızır olduğu bilinen kişi bir insan olduğu halde tanrısal güçle donanmış
bir eren olarak anlatılmaktadır. Yani veli olduğu belirtilmektedir. Hz. Hızır,
velayet / velilik makamında bulunduğu halde nübüvvet makamındaki Hz. Musa’dan
daha bilgili ve daha üst bir derecededir. Gerçekte “ kullardan bir kul “ olarak
nitelenen Hz. Hızır Tanrı’nın Hz. Hızır donunda hulul etmiş halinden başka bir
şey değildir. Alevi inancına göre bu böyledir. Yine Alevi inancına göre Hz.
Hızır aslında bin bir donda görünen Hz. Ali’nin büründüğü bir dondan başkası da
değildir. Özetle Hz. Hızır, Hz. Ali’dir. Hz. Ali ise Allah’ın hulul etmiş
halidir.
Bu noktada dikkat çekici bir unsur olarak belirtelim ki,
tıpkı Hz. Hızır’ın Hz. Musa’dan yaşça küçük olması gibi Hz. Ali de Hz.
Muhammed’den yaşça küçüktür. Hz. Hızır’ın aslında Hz. Ali’nin bir başka donda
tezahürü olduğu inancını güçlendirici bir unsur olması açısından bu gerçeği de
gözler önüne sermiş olalım.
Velayetin, nübüvvetten üstün olduğu gerçeğine ilişkin dinsel
kaynaklardan derlenebilecek başkaca pek çok delil daha bulunmakla birlikte biz
bu konuyu, Hz. Ali’nin Hz. Muhammed tarafından nasıl üstte tutulduğunu belirten
ve Alevi ozan sefil Ali’ye ait görkemli birkaç dize ile noktalayalım:
“ Hak Muhammed buyurdu; “yektir Ali, bir “ dedi.
“Hem evveldir hem ahirdir, her şeye kadir” dedi.
“ Ali’ye şirk koşanlar mutlaka kafir “ dedi.
Hem sakidir, hem bakidir, Nur – u rahmanım Ali
Yetiş carımıza, kurtar medet mürüvvet ya Ali”
Alevilikte velayet On iki imamlar yoluyla devam eder. On
ikinci İmam Muhammed Mehdi’nin zuhuruyla velayet devam edecektir.
Alevilerin On iki imamlara bakışı da Birinci İmam Hz. Ali’ye
bakış gibidir. Bu konuda da Caferilikten keskin bir biçimde ayrı olan Alevilik
On İki imamları Allah’ın yer yüzündeki görkemli tecellileri olarak kabul eder.
Alevilikle Şii / Caferi inancının çok farklı düşündükleri
bir diğer alan da ahiret / mead inancıdır. Şii / Caferi anlayış bu konuda Sünni
itikadıyla büyük ölçüde benzeşmektedir. Neredeyse ihtilaf ettikleri tek unsur
Cennet’te Allah’ın görülüp görülemeyeceği konusudur. Ehlisünnet ( Sünnilik )
Allah’ın cennette inananlarca görüleceğini ileri sürerken Şiiler
görülemeyeceğini savunurlar.
Alevi inancında ortodoks İslam’daki gibi yani Şii / Caferi
mezhebi ve Sünnilikte olduğu şekliyle bir ahiret inancı yoktur. Kesin
çizgilerle belirlenmiş, kıyamet, cennet, cehennem gibi eskatolojik unsurlar
Alevilikte daha ziyade mecazi anlatımlarla yer bulmaktadır.
Bu noktada Alevi inancının büyük ozanı Yunus Emre’nin şu
ünlü sözleri gerçekten dikkat çekicidir:
Cennet cennet dedikleri
Üç beş huri üç beş köşk
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni…
Cennet de cehennem de kişinin yaptıklarının karşılığı olması
bağlamında ele alınması gereken unsurlardır. Ontolojik olarak ne cennetten ne
de cehennemden bahsetmek mümkün değildir.
Cennet, kişinin huzur ve mutluluğunun, cehennem ise
kötülüklerinin karşılığında düşeceği ruhsal sıkıntının ifadesidir.
Alevilik’teki ahiret inancı konusunu anlayabilmek için kimi
kavramlara değinmek yerinde olacaktır.
Pek çok dinde ve inançta yer alan reenkarnasyon yada tenasüh
unsuru Alevilik’te daha ziyade “devriye inancı” ile karşılık bulmaktadır.
Özü itibariyle dünyaya birden fazla ve değişik kimliklerde
gelme inancı olan reenkarnasyon, tenasüh yada devriye, aralarında kimi farklar
bulunsa da Ortodoks İslam’ın “ tek hayat “ inancını dışlaması bağlamında ortak
bir zemine sahiptirler.
Alevi inanç önderleri “birden fazla dünyaya gelme“ yani
tenasüh yada devriye dediğimiz inanç için Kur’an’dan kimi ayetleri dayanak
olarak alırlar.
Söze konu ayetlerden bir kaçını anımsayalım:
“Allah’a nasıl nankörlük ediyorsunuz? Siz ölülerdiniz, O
sizi diriltti. Sizi yine öldürecek ve sonra diriltecektir. Nihayet O’na
döndürüleceksiniz.” (5))
“Onlar: “Ey Rabbimiz! Bizi iki kez öldürdün ve iki kez
dirilttin. Artık günahlarımızı itiraf ettik. Buradan çıkmak için bir başka yol
daha var mı?” derler.” (6)
“Ölümü aranızda biz takdir ettik. Biz önüne geçilecekler
değiliz. Yerinize diğer benzerlerinizi getireceğiz ve sizi bilemeyeceğiniz bir
şekilde yeniden oluşturacağız.” (7)
Görüleceği üzere, Ortodoks İslam’ın / Şii ve Sünni İslam’ın
tüm keskin itirazlarına karşın Kur’an’da birden fazla hayat inancı konusunda
güçlü anlamlara sahip ayetler mevcuttur.
Kuran ayetlerini incelediğimizde şunu görüyoruz: Tanrı
yaratmaya (var etmeye) başlıyor. Sonra onu varlık alanından çekip alıyor ve
tekrar yaratıyor. En sonunda yine kendisine döndürüyor. Dikkat ederseniz,
Bakara Sûresi 28.ayette; “Sizi balçıktan veya bir damla sudan yarattım”
demiyor. “Siz ölülerdiniz. O, sizi diriltti. Sizi yine öldürecek ve sonra
diriltecektir. Sonunda O’na döndürüleceksiniz “ deniyor. Ayetten anlaşılacağı
üzere Tanrı üç defa öldürüyor ve diriltiyor.
1- Siz ölülerdiniz,
2- O, sizi diriltti,
3- Sizi yine öldürecek,
4- Ve sonra diriltecektir,
5- Sonunda O’na döndürüleceksiniz.
Burada çok açık olarak şunu görüyoruz. Ruh, bir defaya özgü
dünyaya gelip gitmiyor. Ruh, kemâle erişinceye kadar devriyeye giriyor,
defalarca gidip geliyor, ancak kesinlikle bir önceki yaşamını anımsamıyor.
Ayrıca yukarıda verdiğimiz Mü’min sûresi 11.ayette de iki kez öldürülüp
diriltilen ve tekrar diriltilmeyi bekleyen topluluktan söz ediliyor. Burada
bazı insanların ikinci ve üçüncü kez bedenlenerek dünyaya gelmeyi bekledikleri
anlaşılıyor.
Büyük mutasavvıf ve Alevi ozanı Yunus Emre’nin devriye yada
tenasüh ile ilgili şu şiiri de son derece dikkat çekicidir:
“Nice kez geldim gittim, delim sûret yarattım
Bu şimdiki sûrette Yunus olup dûr idim.
Ben bu sûretten ileri adım Yunus değil iken
Ben ol idim, ol ben idim, bu aşkı sunanda idim.”
Alevilik’te ve tasavvufi İslam’da Devriye inancı Muhammed'in
"Ben nebi iken Adem su ile çamur arasındaydı." Sözü ile ilgilidir.
Mutasavvıflara göre vücut halindeki Muhammed, yeryüzüne sonradan gelmiştir.
Halbuki ruh halindeki Muhammed, ezelden beri vardı. Vakti gelen ruh maddi aleme
iner. Önce cansız varlıklara sonra bitkilere, hayvana, insana en sonra da
İnsan-ı Kâmil'e geçer. Oradan da Allah'a döner ve onunla birleşir. Bu inişe
nüzul, tekrar Allah'a dönüşe de huruc denilir. Bu inişi ve çıkışı anlatan
şiirlere de devriye denir.
Kuşkusuz Alevi inancındaki tenasüh, devriye yada
reenkarnasyon denilen inanç diğer dinlerdeki benzer inançlardan farklı
özellikler içermektedir.
Ruhun çeşitli şekillerde bir olgunlaşma süreci sonunda
Tanrı’ya ulaşması yani devriyeye dahil olması, bu süreçte don değiştirmesi,
yeniden bedenlenmesi ve sonuçta cennet yada cehennem gibi metafizik mekanlara
değil de doğrudan doğruya Tanrı’ya dönmesi inancı aynı zamanda Aleviliğin
yaratılış konusundaki özgün yaklaşımının da bir sonucudur. Buna göre Alevi
inancında Tanrı, Ortodoks İslam’daki gibi yani Şii / Caferi ve Sünni inancında
olduğu şekliyle tüm varlıkları yoktan yaratmış değildir. Kendi varlığından var
etmiştir. Tanrı’nın varlığından var olan ruh da doğal olarak geçireceği süreç
sonunda yeniden Tanrı’ya dönecektir.
Bu yaklaşımın en güçlü ifade biçimlerinden biri “ İnna
lillahi ve inna ileyhi raciun “ sözünde bulunmaktadır. “ Tanrı’dan geldik, Ona
döneceğiz.” anlamındaki bu söz, bir Kur’an ayetidir. (
Buna karşın Ortodoks İslam yani Sünnilik ve Şiilik,
Aleviliğin devriye, tenasüh / reenkarnasyon konusundaki inançlarını İslam
dışılıkla suçlamakta ve dolayısıyla Aleviliği de tekfir etmektedir.
Alevilikle Şii / Caferi mezhebi arasındaki bir diğer büyük
fark Kur’an’a yaklaşım konusundadır. Şii / Caferi mezhebi tıpkı Sünniler gibi
Kur’an’ın tüm ayetlerinin evrensel ve zaman üstü olduğunu savunurlarken
Aleviler, Kur’an’ın pek çok ayetinin bu özellikte bulunduğunu kabul etmekle
birlikte kimi ayetlerinin ise indiği dönemle ilgili olduğunu, Arap toplumunun
geleneklerini yansıttığını yani, zamana ve mekana kayıtlı ayetlerin önemli bir
yekünü oluşturduğunu düşünmektedir.
Alevilikte deyiş ve nefeslerin pek çok Kur’an ayetinin
yorumu olduğuna inanılmakta, bu nedenle de deyiş okunduğunda, “ ayet okuduk,
Kur’an okuduk” denilmektedir. Yine bu sebeple deyiş okunurken çalınmakta olan
kutsal saz bağlamaya da “Telli Kur’an” adı verilmektedir.
Oysa Şii / Caferi inancında bunların hiç biri olmadığı gibi
Caferilik, bu türden düşünceleri yer yer sapkınlık olarak görmektedir. Bu
konuda en insaflı Caferi yorum, deyişlerin, sazın ve semahın tümüyle bir
kültürel / folklorik öğe olduğu yönündedir.
Alevi inancının teolojik kökenlerinden biri de Kırklar
Meclisi inancıdır. Kırklar Meclisinde Mürşit yani dede Hz. Muhammed, rehber ise
Hz. Ali’dir. Orada kadın erkek birliktedir. İlk semah orada dönülmüştür.
Kırklar Meclisi, ilk cemin yürütüldüğü kutlu, ezoterik ve metafizik bir
meclistir. Kırklar Meclisine inanmak Alevi olmanın olmazsa olmaz gereklerinden
biridir.
Şii / Caferi mezhebinde ise tıpkı Sünni inanca göre olduğu
gibi Kırklar Meclisi “ Uydurma, Mitoloji ve Efsane “ görülmektedir. Yani bu
konuda Şii / Caferiler ile Sünni inanca mensup olanlar ortak bir söylem ile
Aleviliğin en temel teolojik unsuruna uydurma demektedirler.
Kırklar Meclisine uydurma demek, dedelik makamına, rehberlik
makamına, ceme, semaha, deyişlere uydurma demektir. Açıkçası bu aynı zamanda bir
aşağılamadır.
Alevilikle ile Şii / Caferilik arasındaki bir diğer önemli
benzemezlik ise aile hukuku konusundadır. Alevilikte tek eşlilik esastır. Kız
ve erkek çocukları arasında miras paylaşımı konusunda da eşitlik vardır.
Alevilikte süreli nikah denilen Mut’a nikahı ise kesinlikle yoktur.
Caferilikte Aleviliğin asla kabul etmeyeceği bir biçimde
dört eşliliğe izin vardır. Miras paylaşımında kız ve erkek çocukları arasında
eşitlik yoktur. Yine Caferiliğe göre bir erkek bir kadınla ( pek çok değişik kadınla
) süreli evlilik yapabilir. Yani kadına verilecek belli bir ücret karşılığı
saatlik, haftalık, yıllık vb sürelerle evlilik yapmak Caferiliğe göre helaldir.
Buna Mut’a nikahı denilmektedir. Oysa böylesi bir nikah anlayışı Aleviliğin
asla kabul etmeyeceği bir uygulamadır.
Şii / Caferi inancında günlük beş vakit namazı üç vakte
toplayarak kılma uygulaması vardır. Oysa Alevilikte namaz perşembeyi cumaya
bağlayan akşam haftada bir olmak üzere kılınır ki buna da halka namazı, niyaz
yada cem ibadeti denilmektedir. Caferilikte ise cem ibadeti yoktur.
Alevilerin ibadethanesi cem evleridir. Şii / Caferilerin
ibadethanesi ise tıpkı Sünniler gibi camilerdir.
Alevilikte farziyet bağlamında oruç Muharrem ayında tutulur.
Bir de Hızır orucu vardır ki bu oruç farz telakki edilmez. Alevilikte ramazan
orucu yoktur. Şii / Caferi inancında ise ramazanda bir ay süreyle oruç tutma
uygulaması farz görülmektedir. Caferilikte Muharrem ve Hızır orucu yoktur.
Nafile yahut Sünnet ibadet bağlamında Muharrem’de birkaç gün
oruç tutan Caferiler bulunmakla birlikte Caferilikte farz ve temel oruç Ramazan
orucudur.
Alevilikte Müsahiplik vardır. Caferilikte ise yoktur.
Alevilikte “dört kapı, kırk makam” denilen eğitsel bir süreç
söz konusudur. Şii / Caferi inancında ise böyle bir anlayış yoktur.
Alevilikte harem selamlık uygulaması yoktur. Bütün ibadetler
kadın erkek birlikte yapılır. Semahlar birlikte dönülür. Deyişler birlikte
söylenir. Dualar birlikte edilir. Alevilikte “ ana “ denilen kadın inanç
önderliği mevcuttur. Oysa bunların hiçbiri Şii / Caferi mezhebinde yoktur. Şii
/ Caferi inancına göre kadın erkek birlikte ibadet etmek haramdır. Bu şekilde
yapılan ibadet geçersizdir.
Alevilikte kadını katı tesettür kurallarıyla boğmak yoktur.
Alevi kadını kendi gelenek ve inançları çerçevesinde modern bir giyim tarzına
sahiptir. Şii / Caferi inancında ise son derece katı tesettür kuralları vardır.
Baştan ayağa siyah çarşafla kapanmak Caferiliğe göre kadınlar için en muteber
kıyafet olarak görülmektedir.
Alevilikte temel ibadet dili Türkçe’dir. Yer yer yöresel
olarak Zazaca, Arnavutça da ibadet edilmektedir. Oysa Şii / Caferi inancında
ibadet dili tartışılmaz bir biçimde Arapça’dır.
Görüleceği üzere Alevilik ve Şii / Caferilik arasında büyük
farklar vardır. İddia edildiği gibi Alevilik ile Caferilik arasında her hangi
bir yakınlık yoktur. Tam tersine Sünnilik ile Şiilik arasında inanılmaz
derecede benzerlikler vardır. Gerek inançsal gerekse ibadet anlayışı bakımından
Sünni ve Şii benzerliği Aleviliğe yönelik yaklaşımda da kendini göstermektedir.
Alevileri ve Aleviliği tekfir etme, Aleviliğin inanış ve
uygulamalarını mitolojik ve folklorik uygulamalar olarak görmek bakımından
Sünniler ile Şii / Caferiler neredeyse tam bir söylem birliği halindedirler.
O halde Alevilikle Caferiliği birbirine benzer yahut yakın
inançlar olarak nitelemek ve bunu Caferi misyonerliği için kullanmaya çalışmak
hiçbir gerçek Alevinin kabul edebileceği bir şey değildir.
Zira; ne Aleviler Caferidir ne de Caferiler Alevidir.
Dipnotlar:
1. Kur’an – ı Kerim, Secde Suresi 7 – 9 ; Hicr Suresi 28,
29; Nisa Suresi 171; Sad71-72. ayetler.
2. Kur’an – ı Kerim, Kaf Suresi 16. ayet.
3. Kur’an – ı Kerim, Hakka Suresi 41. ayet.
4. Kur’an – ı Kerim, Kehf Suresi 65 – 82. ayetler.
5. Kur’an – ı Kerim, Bakara Suresi 28. ayet.
6. Kur’an – ı Kerim, Mümin Suresi 11. ayet.
7. Kur’an – ı Kerim, Vakıa Suresi 60. 61. 62. ayetler.
8. Kur’an – ı Kerim, Bakara Suresi 156. ayet.
.jpg)
Yorumlar
Yorum Gönder
Hakaret içeren ve düzgün Türkçe ile yazılmayan yorumlar yayınlanmayacaktır.