Cahit Külebi
Birincisi,
farklı tarihlerle de olsa aynı ilkokulda okumuşuz. Cahit Ağabey Niksar
Gazi Ahmet Danişmend İlkokulu’nu ben doğmadan yıllar önce bitirmiş.
İkincisi, ikimizin de çocukluğu yine farklı tarihlerde de olsa Niksar’da aynı mahallede geçmiş.
Üçüncüsü, yine farklı tarihlerde de olsa ikimiz de Ankara’nın en eski lisesi olan Gazi Lisesi’nde öğretmenlik yapmışız. ... . . . .
1980’li
yılların başında Ankara’ya atanmıştım. Bir gün, aynı kentli olmakla
övündüğüm Yekta Güngör Özden’le Anayasa Mahkemesi’ndeki odasında
konuşurken, o günlerde Türk Dil Kurumu Yazmanı olan Cahit Külebi söz
konusu olmuştu.
1982
yılı mart ayında TDK binasının alt katındaki salonda Aşık Veysel’i anma
toplantısı yapılmıştı. Ben de o günlerde Cumhuriyet Gazetesi’nde
Veysel’le ilgili bir yazı yayımlamıştım. Cahit Külebi, konuşmasının bir
yerinde bu yazıya da bir gönderme yapınca çok heyecanlanmıştım.
Konuşmayı, salonun arkalarında, ayakta izliyordum. O kalabalıkta
Külebi’nin yanına gidememiş, yüz yüze tanışamamıştım.
Yekta Ağabey, “Bugün öğle yemeğinde Cahit Bey’le beraberdik” deyince ben “Cahit Külebi ile tanışmayı çok istiyorum” dedim. Yekta Ağabey hemen telefonla Cahit Külebi’ye: “Burada seninle tanışmak isteyen edebiyat öğretmeni bir hemşerim var. Eğer zamanın uygun ise sana gönderiyorum” dedi.
O
gün öğleden sonra Türk Dil Kurumu’ndaki odasında Cahit Ağabey ile uzun
uzun konuştuk. Niksar’daki çocukluk günlerini, Gazi Ahmet İlkokulu’ndaki
öğretmenlerini, Kuz Mahallesi’ndeki evlerini, komşularını, Gazi
Lisesi’ndeki çalıştığı yıllara ait anılarını anlattı.
Cahit Ağabey ile o gün başlayan dostluğumuz, O’nu kaybettiğimiz 1997 yılına kadar devam etti.
1985
yılı Haziran ayında Ankara’da bir trafik kazası geçirmiştim. Yanımda,
Ekin Sanat’ın Genel Yayın Yönetmeni olan Adnan Caymaz da vardı. Arabam,
ters yönden gelen bir TIR’ın altında kalmış, ben gözlerimi İbni Sina
Hastanesi’nin yoğun bakımında açmıştım. Tüm vücudum kırıklar
içerisindeydi. Başucumdaki hemşire doktora “Cahit Külebi’nin hastası kendine geldi” dedi.
Cahit Ağabey’le dostluğumu bilen birisinin kaza haberini ona verdiğini,
onun da hastaneye gelerek benimle ilgilendiğini sonradan –doktorumdan-
öğrenmiştim.
O yıllarda -öğretmenliğin
yanı sıra- Ankara ilkokullarına yönelik yayınlar dağıtan bir bürom
vardı. Cahit Ağabey arada sırada büroma gelir, ayrıca Ankara’da
Niksarlılarla ilgili düzenlediğimiz toplantılara da katılırdı. Bu
toplantıların birinde “Niksar’ın Fidanları” adlı türküyü, Ankara Devlet Konservatuarı’nda öğretmen iken kendisinin derlediğini anlatmıştı.
Külebi,
son derece alçak gönüllü ve dost canlısı idi. Katıldığı toplantılarda
veya günlük yaşamda –eğer kendisini tanıyanlar çıkmamışsa- o kendini
sıradan bir insanmış gibi tanıtır, Türk yazınının usta şairi kimliğini
ortaya koymazdı.
Külebi’yi
ve şiirini en doğru ve en iyi şekilde anlatanların başında –bence-
kendisinden 10 yaş küçük olan Sayın Vecihi Timuroğlu gelir.
Külebi
hakkında söz söyleyen veya yazı yazanlar genellikle Behçet Necatigil’in
değerlendirmesine katılırlar. Cahit Külebi’nin yakın dostu olan
Necatigil, Külebi’yi şöyle değerlendirir: “1940
– 1950 yıllarını kapsayan Yeni Şiir Akımı’nda kendine özel bir yer
ayırdı. Aydın bir saz şairi içtenliği, bir Karacaoğlan rahatlığı ve
temiz bir dil ile zaman zaman kötümser, güvensiz, kendi türküsünü
söyledi. Yarım kafiyeler, iç sesler, duygu ve düşüncelerine eklediği
zarif benzetmeler ve söyleyişindeki titizlikle en sevilen şairler
arasına girdi. Yurt köşelerinin manzara ve insan gerçeklerini modern bir
biçim ve yeni bir romantizmle yaşatış, anılarla güçlü içten bir
duyarlık; başlıca özellikleridir.”
Vecihi Timuroğlu, edebiyatta
gelenek kavramına, dış yapı öğeleriyle yaklaşmanın aldatıcı olduğunu,
şiirde dil ve yansıtma biçiminin önemli olduğunu söyleyerek, Külebi’nin “aydın bir saz şairi” olduğunu söylemenin onu küçümsemek anlamına geldiğini ifade ediyor. Ben Timuroğlu’nun bu tespitinin doğru olduğunu düşünüyorum.
Sanatçı, –sanatın hangi dalında boy gösterirse göstersin- kendini yurdunun hatta tüm dünyanın sorunlarından sorumlu tutar. Sanatını yaparken bu sorunları işler. Külebi, “Yirminci Yüzyılın İkinci Yarısı” adını verdiği şiirde şöyle diyor:
Özlem özlem özlem
Yokluk yokluk yokluk
Açlık açlık açlık
Yalan yalan yalan
Korku korku korku
Ölüm ölüm ölüm
Duman duman duman (1)
Amerikan emperyalizminin Türkiye’yi iyice kıskaca almağa başladığı dönemde Külebi “Amerika” şiirinde şunları söylüyor:
Önce Kristof Kolomb buldu Amerika’yı,
Sonra biz.
Umutlar azaldı, günden güne, mutluluklar
Ve ekmeğimiz.
Bir çocuk ağlarsa dağ başında
Gözyaşında Amerika akar.
Vurdularsa birini, kanı şorladıysa
Bilin ki o kurşunlarda Amerika var.
Kişi kişiye köle tutulduysa, asıldıysa
Darağaçlarında Amerika var.
Ama biz yine de direneceğiz
Sonuncumuza kadar. (2)
Bundan 41 yıl önce yazılan bu şiir bugün de güncelliğini korumuyor mu?
Cahit Külebi, tam bağımsız laik cumhuriyeti, Atatürk devrimlerini savunan gerçek ulusalcı bir şairimizdir.
Nevit
Kodallı tarafından bestelenerek bir “Atatürk Oratoryosu” haline
getirilen “Atatürk Kurtuluş Savaşında” adlı uzun şiirini; Atatürk’e,
onunla birlikte savaşanlara ve onun çocuklarına sunmuştur. Bu önemli
yapıt, Cahit Külebi’nin cumhuriyete, devrimlere, ulusa nereden ve nasıl
baktığını açıkça gösterir.
O, tam bağımsızlıktan yanadır:
“Biz biliriz bizim işlerimizi
İşimiz kimseden sorulmamıştır.
Kılıçla, mızrakla, topla, tüfekle
Başımız bir kere eğilmemiştir.” (3)
Türk Ulusu’nun bir bireyi olmaktan hep onur duyar. Ulusunun gücüne inanır, ama şoven bir tavır da sergilemez. Gerçekçidir:
“Biz yoksul bir milletiz.
Gözlerimizde solgun ışıklar yanar.
Nasılsa yenilmişiz bir kere
Ama uzun sürmez o kadar!” (4)
Vecihi Timuroğlu, Cahit Külebi’yi “Cumhuriyet döneminin gerçek ulusal şairi” olarak nitelerken şu değerlendirmeyi yapıyor: “Hececiler, hiçbir felsefeye dayanmadan ‘milliyetçi’ idiler. Atatürk’ün yaratmaya çalıştığı ulusalcı politikanın yanlış yanını kavradılar. Onlar, Orta Asya Türkçülüğünü, Atatürkçü ulusalcılığın köklü yanı sayıyorlardı. Faruk Nafiz ulusalcılığı, ‘Akın’ da biçimleniyordu. Behçet Kemal Çağlar’ın ulusalcılık anlayışı, ‘Bozkurt’ la vurgulanır. Necip Fazıl, saptadığı basamakları çıkamayınca, Tanrı Dağı’ndan Hıra Dağı’na atladı. Nazım Hikmet, ulusalcılığı, antiemperyalist bir savaşımın sonunda kurulacak sınıfsız bir toplumla eş tutar. O, bütün insanlığın kardeşliği üzerine kurulmuş bir dünyayı özler.”
Bu değerlendirmeye katılmamak mümkün mü?
Külebi bir Atatürk hayranıdır. O’nu hem bir savaş kahramanı olarak :
“Bu ne inançtı ki, Gazi Paşa!
Atının teri kurumadan
Sürüp gittin yeni yeni savaşların peşinde.” (5) dizeleriyle anlatırken, devrimci Atatürk’e de şöyle seslenir:
“Devrimlerle yüceltti, çok yüceltti,
Bu milleti temiz ellerin.
Sana borçluyuz ta derinden
En büyüğü Mustafa Kemallerin! (6)
***
“Erzurum’un
Kasımpaşa Mahallesi’nden “Gullabiler” den Necati Bey’in, Pasinler’in
(Hasankale) Aşağı Tayhoca (Tahirhoca) köyü’nden Feride (Zekiye)
Hanım’dan doğma oğlu Mahmut Cahit, Zile’nin Çeltek köyü’ nde dünyaya
geldi. İki kızdan sonra doğan oğlan çocuğunun Erzurumlu bir aile için
önemini anlamak çok kolaydır. Cahit Külebi’nin doğduğu gece, babası,
Çeltek’te, Şeyh Mahmut’un türbesinde rakı içiyormuş. Muştuyu
götürmüşler, Necati Bey (Necati Erencan) çok keyiflenmiş, büyük sevinç
duymuş. Necati Bey, o dönemin ünlü yazarı Hüseyin Cahit Yalçın’a büyük
bir hayranlık duyduğu için, kendi kendine, ‘oğlum olursa adını Cahit
koyacağım’ dermiş. Muştuyu Şeyh Mahmut’un türbesinde alınca, bunda bir
keramet görmüş olmalı ki, şeyh efendinin adını da ekleyerek oğlunun
adını Mahmut Cahit koymuş. Soyadı yasası çıkınca, aile ‘Erencan’
soyadını almış. İlk şiirlerinde Nazmi Cahit takma adını kullanan Mahmut
Cahit, daha sonra şiirlerini, Cahit Külebi adıyla yayımlamıştır. ‘Külebi’ adı, onun gerçek aile adı olan ‘Gullabi’ den alınmıştır. Cahit Külebi adıyla ünlenince, yargı yoluyla soyadını değiştirmiş, Külebi soyadını yasallaştırmıştır.”(7)
Evdeki
Kuran’ın arka sayfalarına, doğan çocukların doğum tarihlerini yazma
eski bir gelenektir. Cahit Külebi’nin nüfus memuru olan babasının, oğlu
için Kuran’a yazdığı doğum tarihi 28 Kânun-i evvel 1332’dir. Ancak nüfus
cüzdanında doğum tarihi 9 Ocak 1917 yazılıdır.
Şükran Kurdakul, Külebi için şunları yazıyor: “Anadolu
insanının yaşamını, doğa ve toplum ilişkilerini, acılarını yansıtırken
gerçekleri soyutlamadan kendine özgü bir dil kıvraklığı ve yalınlığıyla
verdi. Yararlandığı halk şiir kaynaklarını, özellikle Karacaoğlan’ı
ustaca olanaklarla geliştirerek, yeni bir ses ve benzeti dünyası
yaratmayı başardı. Genellikle dörtlüklere eğilim duydu; dize
tekrarlarından, yarım ve tam uyak kullanmadan çekinmeyerek bir
denge şairi kimliği gösterdi. Uzun süre özelliklerini yitirmeden aynı
sevecen, sıcak, ince hava içinde yeni şiirlere açıldı.”(8)
Vecihi Timuroğlu, Kurdakul’un kullandığı “denge şairi” tanımlamasını “yeni şiirle eski şiir arasında” mı, yoksa “çağdaş dünya görüşü ile eski dünya görüşü arasında” mı
kullandığını anlayamadığını, ancak Kurdakul bunu hangi anlamda
kullanırsa kullansın, kabul etmenin mümkün olamayacağını ifade ederek,
Külebi için “O bizim yazınımızda, ilk Avrupalı şiiri yazanlardan birisidir” diyor.
Cahit
Külebi’nin çağdaş bir düşünceye sahip olduğu tartışma götürmeyecek
kadar açıktır. Çağdaş olmayan bir şair şu dizeleri yazabilir mi?
“... . . .
Ve karmaşa bir kara bulut olmuş
Ne güneş açar, ne yağmur yağar,
Kurt sürüleri... öldüren öldürene
İnsanın değeri yok sinek kadar.
İnsanın değeri yok sinek kadar,
Yalan, kandırmaca, vurgun,
Halkımızın bir ucu savurmacada,
Bir ucuysa dibinde yoksulluğun.
... . . .” (9)
Edebiyatı
seven dostlarıma: “Cahit Külebi’nin en çok hangi şiirini seviyorsun?”
sorusunu yönelttiğimde hep aynı cevabı alırım. “Hikâye!..” Gerçekten benim de öğrencilik yıllarımda ezberlediğim ilk şiirlerden biri “Hikâye” olmuştu.
“Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz!
Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz!
Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu,
Dağıt saçlarını bebek
Savur biraz!
Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı,
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!
Benim doğduğum köylerde
İnsanlar gülmesini bilmezdi,
Ben bu yüzden böyle naçar kalmışım
Gül biraz!
Benim doğduğum köylerde
Kuzey rüzgârları eserdi,
Hep bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz!
Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Benim doğduğum köyler de güzeldi
Sen de anlat doğduğun yerleri
Anlat biraz!(10)
Külebi
bu şiirini 1944 yılında yazmıştır. Bilindiği gibi o yıllar henüz
ülkemizde Atatürk karşıtları bugünkü gibi örgütlenmemişler, bugünkü gibi
devrim karşıtı saldırıya geçmemişlerdi. Yani, henüz 1946 yılında
başlayan sürece girilmemişti. Dikkat edilirse 1944’te , “Türkiye’yi aydınlık ve güzel” gören Külebi, 1979’da yazdığı “Acı Dönem” şiirinde: “Halkımızın bir ucu savurmacada, / Bir ucuysa dibinde yoksulluğun” dizeleriyle kötümserliğini ifade etmektedir.
Orhan
Veli, “Hikâye” nin son dört kıtasının gereksiz bir yineleme olduğunu
söylüyor. Ancak Vecihi Timuroğlu –çok haklı olarak- bu yargıya
katılmayarak: “Hikâye, Cumhuriyet öncesi Anadolu köylülüğünün tarihidir”
diyor. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ilkin 1932’de basılan “Yaban”
romanı da öyle değil midir?
Külebi
ölünceye kadar hep Atatürk ilke ve devrimlerini savundu. Karşı devrimci
politikaları ve politikacıları hep kınadı. Onların verdikleri ödülleri
reddetti. Söz ve yazıyla hep onlara karşı durdu. Bu nedenledir ki “ağır akciğer enfeksiyonundan kaynaklanan kalp, akciğer ve böbrek yetmezliği” tanısıyla “metabolizması pamuk ipliğine bağlı”
olarak yattığı hastane odasında onu sadece gerçek sanatçı ve devrimci
dostları ziyaret ettiler. Bunların arasında hiçbir çirkin politikacı
yoktu.
Işıklar içinde yat Sevgili Cahit Ağabey.
(1) “Yangın” adlı yapıttaki “Yirminci Yüzyıl’ın İkinci Yarısı” adlı şiir (1979)
(2) “ “ “ “Amerika” adlı şiir(1971)
(3) “Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda,S.37
(4) “ “ “ S.17
(5) “ “ “ S.53
(6) “ “ “ S.57
(7) “Cahit Külebi-Hırçın ve Lirik”(Vecihi Timuroğlu) (S.46-47)
(8) “Şair Ve Yazarlar Sözlüğü”(Şükran Yurdakul) (S.251-252)
(9) “Yangın” adlı yapıttaki “Acı Dönem 11” adlı şiir (1979)
(10) “Adamın Biri” (S.12-13)Hami KARSLI

Yorumlar
Yorum Gönder
Hakaret içeren ve düzgün Türkçe ile yazılmayan yorumlar yayınlanmayacaktır.