MENDERES VE SURİYE- Koray YAZICI
Türkiye ile Suriye savaşın eşiğinde. Asılsız iddialar, provokasyonlar ve
kirli hesaplar komşu ülkeyi tehdit etmekte. Kimilerinin tarih yazılıyor diye
alkış tuttukları bu gelişmeler, aslında tarihte daha önce oynanmış oyunlara çok
benziyor. Merak ediyorsanız buyurun okuyun.Yalnız sahifemin kısıtlı olması
nedeniyle dizi yazı şeklinde
olacak.Okuyacağınız bu yazı dizisi1957
yılında ABD ve Batı adına Suriye’yle savaşın eşiğine gelen Türkiye ve bu savaş
olasılığının askeri ve parasal yardım karşılığında nasıl pazarlık masalarına
taşındığı anlatılmaktadır.
1950’de ABD’nin desteğiyle iktidara gelen Demokrat Parti, ekonomik varlığını
ve iktidarının sürdürülebilirliğini bu ülkeden gelecek silah ve ekonomik
yardımlara bağlamıştı. ABD de DP’yi bu yüzden desteklemişti ve doğal olarak
bunun karşılığında Türkiye’den bazı istekleri vardı: ABD ve Batı çıkarlarının
Ortadoğu’da, bölgedeki komşu ülkelere rağmen gözetilmesi…
DP iktidara geldiğinde, Hatay meselesiyle başlayan bir dizi sebep nedeniyle
Suriye-Türkiye ilişkileri zaten gergindi aslında. Suriye Hatay’ı Türk toprağı
olarak tanımıyor, Türkiye ile İsrail arasındaki ekonomik ilişkilerden ve Batılı
ülkelerle yürüttüğü Ortadoğu siyasetinden rahatsızlık duyuyordu. 1948’de
İsrail’in kurulmasının ardından bölgede yükselen milliyetçi dalga ve dalganın
getirmiş olduğu söylem ve iktidar değişiklikleri, yüzlerce yıldır bu
topraklarda “at koşturan” Fransa, İngiltere ve ABD’yi tedirgin etmeye yetti.
Cemal Abdül Nasır’ın 1953’te Mısır’da iktidarı almasıyla Ortadoğu’daki siyasi
hava tamamen değişti. Nasır’ın başını çektiği ve kendine özgü sosyalist bir öze
sahip yeni ideoloji, antiemperyalist karaktere sahip Arap milliyetçiliği ile
birlikte yükseliyordu bölgede.
Bu gelişmeler üzerine İngiltere, Fransa ve ABD, Ortadoğu politikalarını
gözden geçirmeye karar verdiler.
Bu arada yaşanan önemli bir gelişmeyi de not etmeden geçmeyelim; yukarıda
sözü geçen ülkelerin de içinde yer aldığı NATO’nun, 1949’da bir savunma örgütü
olarak kuruluşu. NATO kurulduğunda Türkiye, üç kez kabul başvurusu yapmış ancak
her üçü için de ret yanıtı almıştı. 1950’de iktidara gelen DP, NATO üyeliği
ısrarından vazgeçmedi ve ABD’nin Kore işgalini bir fırsat olarak gördü. Bu
savaşta ABD’nin yanında olduğunu göstermek için Kore’ye asker gönderdi.Kore
Savaşı’nın ardından, ABD’nin Ortadoğu için tasarladığı ve adına Ortadoğu
Komutanlığı dediği projeye geldi sıra
…1951 yılında İngiltere ve ABD, Ortadoğu Komutanlığının yapısı üzerinde
anlaştılar. Amacı, bölge ülkelerini Sovyet yayılmacılığından kurtarmak olarak
açıklandı. ABD’nin Komutanlık için kapısını çaldığı ilk ülke Türkiye’ydi.
Aldığı yanıt ise, ancak Nato’ya kabul edilirsem Ortadoğu Komutanlığı’nda görev
kabul ederim oldu. Bu görev, abd ve Batılı ülkelerinin çıkarları adına
Ortadoğu’da ileri karakol olmak anlamına geliyordu. Ve bu pazarlık üzerine,
Eylül 1951’de tüm üye devletlerin oy birliğiyle Türkiye Nato’ya kabul edildi.
Türkiye’nin Nato'ya kabul edilişinden sonra yaptığı ilk açıklama da Ortadoğu
Komutanlığı’nın kurulmasını zorunlu ve yararlı görüyoruz oldu zaten.Ortadoğu
Komutanlığı projesi, başta Mısır olmak üzere pek çok Arap ülkesi tarafından
tepkiyle karşılandı. Arap ülkelerinin çoğu bu proje içinde yer almayacaklarını
açıkladılar.
Komutanlığın kuruluş çalışmaları sırasında 11 bölge ülkesini ziyaret eden
ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles, döndüğünde şöyle bir rapor hazırladı
Hazırladığı raporda;
Sovyetler Birliği’nden gelen tehdidin farkında olmayan Araplarla birlikte
Ortadoğu savunmasını gerçekleştirmenin mümkün olmadığını, Ortadoğu’da kurulacak
bu yeni savunma sisteminin omurgasının Türkiye olmasının gerektiğini ve
Pakistanın da bu sisteme dâhil edilmesnini önemliolduğunu belirtiyordu. Dulles,
bir Kuzey Kuşağı savunma projesinden bahsediyor ve Ortadoğu Komutanlığı’nın
başta Türkiye olmak üzere İran, Irak, Pakistan ve Suriye gibi Sovyet sınırında
bulunan Kuzey Kuşağı ülkelerine dayandırılmasını istiyordu.Türkiye ise o yıllarda DP’nin uygulamaya koyduğu yeni ekonomik modelin sonucu
olan “mali krizle” boğuşuyordu. Ayrıca 1957 yılında seçimler vardı ve DP
seçimlere ekonomik krizle girmek istemiyordu. Seçim öncesinde daha fazla ABD
yardımına ihtiyacı vardı. Bunun için bulunan çözüm ise, Türkiye’nin coğrafi
konumunun, Batı’ya bağlılığının ve bölgeyle olan tarihsel bağlarının öne
çıkarılarak, Batı savunması için ne kadar vazgeçilmez olduğunun Batı’ya
“hatırlatılması” oldu.
Kuzey Kuşağı savunma projesinin ilk somut adımı 28 Aralık 1953’te ABD ile
Pakistan arasında atıldı. Ardından Türkiye ve Pakistan bir savunma antlaşması
imzaladı. Daha sonra Bağdat Paktı olarak anılacak olan anlaşmanın temelleri
böylece atılmış oldu. Daha sonra bu Pakt’a Irak, İran, İngiltere ve ABD de
dâhil oldu. Paktın ana amacı “herhangi bir yerden gelebilecek muhtemel
saldırılardan Ortadoğu’yu korumak” olarak açıklandıysa da hedefte Nasır ve
temsil ettiği antiemperyalist Arap Birliği düşüncesi vardı.Ancak, bu ittifakta
Suriye’nin de yer alması gerekiyordu. İttifakın işe yaraması açısından bu
önemli bir ayrıntıydı. Bu yüzden hedefte Suriye vardı.
Bu iş için Menderes gönüllü oldu ve Suriye’yi ikna etmek üzere bu ülkeye
gitti. Menderes’in ziyareti Şam’da büyük bir tepkiyle karşılandı. Şam
Büyükelçiliği önünde protesto gösterileri düzenlendi. Gösteriler Halep’e de
sıçradı ve çıkan olaylarda yüzlerce kişi yaralandı.
Bağdat Paktı’nı Arap Birliği için tehdit olarak gören Nasır, diğer Arap
ülkelerinin Pakt’a katılımını engelledi. Ve hemen ardından Suriye ile
alternatif yeni bir Pakt kuracağını açıkladı. Bu sırada Suriye’de yaşanan
önemli bir gelişmeyi daha kaydedelim. 1954’teki seçimlerden Suriye Komünist
Partisi ve Baas güçlenerek çıktı. SKP lideri Halit Bektaş Arap dünyasının ilk
komünist milletvekili oldu. Ermeni, Kürt ve diğer azınlıkları da barındıran
yapısı ile SKP (Halit Bektaş'ın kendisi de bir Kürt'tü), Arap dünyasının en
fazla üyesi olan komünist partisi haline geldi. 1956’da Sabri Alasi
başkanlığında kurulan yeni hükümetin Dışişleri Bakanı Baas’tan Salah Bitar
oldu. Böylece Baas artık Suriye’nin dış siyasetini yönlendiren güç haline
geldi.
Türkiye, 7 Mart 1955’te Suriye’ye, Mısır’la kurmak istediği ittifak
nedeniyle sert bir nota gönderdi. Türkiye, Suriye-Mısır antlaşmasının
Türkiye’ye karşı yapılmış bir anlaşma olarak değerlendirileceğini söylüyor ve
13 Mart 1955’te gönderdiği ikinci notada “eğer anlaşma imzalanırsa Suriye’ye
karşı politikasını gözden geçireceği” uyarısında bulunuyordu. Suriye ise bu iki
notayı da tanımadığını açıkladı.Türkiye’nin Suriye politikasını sertleştirmesi
Arap ülkelerindeki Türkiye karşıtlığını artırdı. Bu gelişmelerden, bölgedeki
varlıklarını yeniden gösterme çabası içinde olan Batılı ülkeler de rahatsız
oldu. Öyle ki, ABD’nin Mısır büyükelçisi, hükümetine “Türkiye’nin, Araplara
karşı saygı yoksunluğunu böylesine açığa çıkarmaması konusunda uyarılmasını”
tavsiye etti.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken Mısır lideri Nasır, Süveyş Kanalı’nı
millileştirme kararı aldı. O güne kadar Fransa ve İngiltere’nin denetiminde
olan Kanal’ın millileştirilmesi gerginliğin artmasına neden oldu. Bu meselede
de İngiltere ve Fransa’nın yanında yer alan Türkiye, dünyaya askeri
hazırlıklara başladığını duyurdu.Sovyetler-Suriye yakınlaşmasının gerekçe
gösterildiği hazırlıklar sırasında Türkiye’de 13 bin ihtiyat personeli silah
altına alındı. DP iktidarı, bir yandan da İngiltere ve ABD’ye çağrı yapıyor,
tedbir kararlarının birlikte alınması gerektiğini söylüyordu.
Suriye’de Mayıs 1957 seçimleri de sol partilerin ve Baas’ın zaferiyle
sonuçlandı. Seçimlerin hemen ardından Suriye’de dikkate değer bir gelişme daha
yaşandı. Şam’daki ABD Büyükelçiliğini kuşatan ordu, CIA’nin resmi hükümeti
devirmek üzere hazırlık yaptığını gerekçe göstererek, ABD’li diplomatları sınır
dışı etti.Bu gelişme üzerine, ABD Başkanı Eisenhower’dan, “komşularının harekete
geçmemesi durumunda Suriye’de kontrolün kaybedileceği” açıklaması geldi ve
ardından Türkiye ve Irak’ın Suriye sınırı boyunca asker yığmaları teşvik
edildi. Doğu Akdeniz’e 6. Filo, Batı Avrupa ve Adana’ya ABD jetleri gönderildi.
Stratejik Hava Komutanlığı’na hazır ol emri verildi.
Suriye’nin bu gelişmelere yanıtı, emekliye sevk ettiği Genelkurmay Başkanı
Tevfik Nizam El-Din’in yerine, sol eğilimli ve emperyalizme karşı tavrı ile
bilinen Afif Birzi’yi getirmek oldu.
Suriye’deki gelişmeler üzerine Batı'yla ittifak yapan Türkiye, Ürdün ve
Irak’la İstanbul’da bir araya geldi. Bu görüşmelerin ilk günü Irak Kralı Faysal
ve Ürdün Kralı Hüseyin arasında geçti. İkinci gününde görüşmelere Cumhurbaşkanı
Celal Bayar ve Başbakan Menderes de katıldı. Aynı günlerde, ABD Dışişleri
Bakanlığı Ortadoğu sorumlusu Loy Henderson da Türkiye’ye gelerek bu
görüşmelerde yer aldı.
Arap dünyasında ise bu toplantılara büyük tepki vardı.İstanbul’daki
toplantılarda Suriye’deki iktidarın devrilmesi konusunda alınacak önlemler
tartışıldı ve “sürgündeki Suriyeli liderlerden yararlanılması, askeri
seçenekler, paramiliter güçlerin kullanılması” dâhil olmak üzere birçok
olasılık değerlendirildi. Henderson, bu toplantıların ardından hükümetine
sunduğu raporda, Başbakan Menderes’in ciddi ve endişeli göründüğüne dikkat
çekti.
Görüşmelerden bir anlaşma çıkmadı. Hatta Ürdün Kralı Hüseyin, “Türkiye’nin
Arap dünyasındaki düşmanlıkların içine girmesini akılsızca bulduğunu” söylüyor,
görüştüğü ABD, İngiltere ve Türkiye büyükelçilerine “Türkiye’nin Suriye
sınırına asker yığmasından endişe duyuyorum” diyordu.
Irak da Suriye’ye müdahaleden yana değildi. Irak Veliaht Prensi Abdullah
ülkesini bu işe bulaştırmak istemiyor ve Irak sınırının Suriye’ye karşı
yürütülecek askeri harekât için kullanılamayacağını söylüyordu.
İran’ın işin içine çekilmesi planı da boşa çıktı. İran Şah’ı Suriye’ye karşı
girişilecek bir harekâta Sovyetler Birliği’nin sessiz kalamayacağını ve İran’ın
da Sovyetler Birliği’nin tepkisini anlayışla karşılayacağını belirtiyordu.
Türkiye dışında hiçbir bölge ülkesi bu müdahaleye yanaşmıyordu.
ABD’nin tavrı sertleştikçe, Türkiye’nin Suriye’ye karşı aldığı tedbirler de
sertleşti. Türkiye’nin Suriye sınırında sürdürdüğü askeri manevralar hız
kazandı. Bu askeri hareketlilik Sovyetler Birliği, Mısır ve Suriye tarafından
yakından izleniyor, gelişmeler Türkiye’nin işgal hazırlığı içinde olduğu
yönünde yorumlanıyordu. ABD de başlangıçta Türkiye’nin Suriye sınırında
yürüttüğü askeri harekâta destek verdi. Ancak, Türkiye’nin tek başına hareket
etmesinden de korkuyordu.
ABD Büyükelçisi Warren ve Menderes 21 Ağustos 1957’de bir araya
geldiler.Warren ABD’ye döndüğünde hükümetine “askeri kanadında bazı tereddütler
olmakla birlikte Türk Hükümeti’nin Suriye’ye tek taraflı bir müdahalede çok
istekli olduğunu” bildirdi. ABD Türkiye’nin tek taraflı müdahalesinden endişe
duyuyor, saldırması halinde “Arap dünyasındaki ABD düşmanlığının daha da
artmasından” endişeleniyordu. Bir de Sovyetler Birliği vardı. Bu gelişmelere
sessiz kalacağı düşünülemezdi.
Sovyetler Birliği lideri Bulganin, Menderes’e bir mektup gönderdi.
Bulganin’in mektubunda, “ABD ve Batı’nın Suriye’ye bir askeri müdahale
hazırlığı içinde olduğundan” bahsediliyor ve “Türkiye’nin bu hazırlıklarda
önemli görevler üstlendiğinden ve Suriye’ye müdahale için verilen ABD
silahlarından” söz ediliyordu.
Bunun üzerine Dulles, Türkiye’ye bir mektup göndererek “Suriye konusundaki
endişelerin paylaşıldığını, ancak askeri bir harekâtta bulunmaya niyetlerinin
olmadığını” açıkça belirtti. Bu, ABD’nin sorumluluk almayacağı anlamına
geliyordu.Ancak Türkiye, geri adım atmıyordu.
Eylül ayında Suriye sınırına yapılan
askeri yığınak biraz daha artırıldı. Zırhlı tugayın da eklenmesiyle, sınıra
yığılan asker sayısı 37 bine çıkarıldı.
Suriye ile Türkiye arasındaki gerilim kısa sürede ABD ve Sovyetler Birliği
arasında bir güç gösterisine döndü. Sovyetler Birliği, Suriye’ye verdiği
desteği göstermek için Lazkiye limanına iki savaş gemisi gönderdi. ABD’nin buna
yanıtı, 6. Filo’ya ait gemiler ve güdümlü füze kruvazörü Canberra’yı İzmir
limanına yığmak oldu.
Bu arada, yine geçtiğimiz günlerde Lazkiye limanına doğru yola çıkan Rus
savaş gemilerini hatırlatmadan geçmeyelim.
SBKP Genel Sekreteri Kruşcef, gazeteler aracılığıyla Türkiye’yi uyarıyor,
karşılığında ABD de, Türkiye’nin bir NATO ülkesi olduğunu hatırlatıyordu.
ABD krizin büyümesinden kaygılıydı ve Sovyetler ile sıcak çatışmaya girmek
istemiyordu. Fakat Türkiye’ye geri adım da attıramıyordu.
Türkiye, Sovyetler Birliği ile ABD ilişkilerinin yumuşamasından rahatsız
oluyor, bu durumun bölgesel öneminin azalacağı anlamına geldiğini biliyordu. Bu
yüzden elindeki son pazarlık kozu olan savaş olasılığını, bir “mali eder”e
dönüştürmek istiyordu.
Çözüm de böyle bulundu zaten…8 Ekim 1957’de Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin
Rüştü Zorlu, Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin, Dışişleri Bakanlığı Genel
Sekreteri Melih Esenbel, Türk Dışişleri Bakanlığında bir araya gelerek, ABD’nin
Ankara Büyükelçisi Warren’la pazarlık masasına oturdular…
Yapılan pazarlığın konusu, Türkiye’nin elindeki savaş olasılığının
“fiyatı”ydı…
Bu fiyatın ederi ne kadar silah ve paraya karşılık geliyordu, bilmiyoruz.
Ama bildiğimiz Demokrat Parti ve Menderes’in, bu görüşmelerden sonra yapılacak
olan 1957 seçimlerinden 47’lik oy oranıyla, birinci parti olarak çıktığıdır.
Sevgilerimle…
Koray YAZICI
Yorumlar
Yorum Gönder
Hakaret içeren ve düzgün Türkçe ile yazılmayan yorumlar yayınlanmayacaktır.