*Almet Altan, Alevilerin Biat Etmesini mi istiyor?
Sn. Altan 24.4.2010 tarihli “Emine Hanım” başlıklı yazısında bunu talep ediyor.
Şöyle; “Kemalizm’in ruhunu esir aldığı bir toplumda, herkes
kendisinden bir ‘tek parti ve tek adam’ arıyor, bunu o kadar çaresizce arıyor
ki, Dersim’de Alevileri katletmeyi ‘yüksek şuur’ olarak kabul eden Atatürk’ün
resimleri, Alevilerin cemevlerinde asılı duruyor.
Kendi kardeşlerini öldüren bir liderin resmini
ibadethanelerine asıyorlar.” Buyuruyor…
Bir büyük yurttaş kesimini incittiğinin, aşağıladığının ve
ölçüsüzce yazdığının farkında mı? Bilerek ve isteyerek mi hakaret ediyor?
Bilemeyiz…
Cevapsız mı bırakalım; hakaretler üstümüzde mi kalsın?
Şimdi bakın, yazıda tahlil, gerekçe, mantık, Alevi
gerçekliği yoktur… Tek ve kesin bir talep var: “AKP’ye, Başbakana, gericiliğe,
türbana biat edin; teslim olun!” “İyi saatte olsunlar” vaktinde yazılmış
olmalı. Başbakan, laf ola beri gele kabilinden “Dersimlilerden özür diledi ya”
tamam yetti; Alevilerin bütün sorunları çözüldü!
Öyle mi Ahmet Bey?
Ahmet beyin niyeti gazetecilik, aydın sorumluluğu,
yurttaşlık ya da Alevi sorununa değinmek değil; belli ki, Başbakandan talepleri
var. O talebini, “şu Alevilere öyle bir çakayım ki,” diyerek ve de Başbakanın
Alevilere olan nefretini körükleyerek, taleplerinin, bizim üzerimizden
karşılanmasına zemin hazırlıyor…
“Eeey Aleviler, Atatürk, Dersimlileri katletti! Daha ne
duruyorsunuz; bakın başbakan dahi kalktı Dersimlilerden özür diledi, artık
evlerinizden ve cemevinden Atatürk’ün resimlerini indirin: Ona düşman olun;
Başbakanı sevin!”demeye getiriyor…
Türkiye’de, Atatürk’e ve Onun gösterdiği “muasır medeniyet”
hedefine, laiklik, eşitlik ilkelerine kimler karşı?
Sayalım:
- ABD, AB ve İngiliz emperyalistleri,
- Bilumum İslam devletleri,
- Mavri Mira, Pontus Rum Cemiyeti,
- Kubilay’ı şehit edenler,
- II. Cumhuriyetçi takımı, yani sizler…
- “Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz” diyenler,
- Dersim, Malatya, Maraş, Çorum, Sivas, Gazi-Ümraniye
katliamının müsebbipleri,
- Abdi İpekçi-Uğur Mumcu’dan, Ape Musa, Hrant Dink, Rahip
Santoro’ya kadar, aydınları ve kendilerinden farklı olan herkesi katledenler,
arkasında duranlar,
- Bu katliamların bir numaralı müsebbibi olanlara “özel
cezaevi” inşa edecek kadar, gözü dönenler,
- Sivas katillerini koruyanlar, “onların da kızları var bize
gelip ağlıyorlar” diyenler. Katillerin avukatlığını yapanları milletvekili,
bakan, müsteşar, belediye başkanı, Anayasa Mahkemesi üyesi yapanlar …,,
- “Ben Alevilerin neden başbakanı olayım ki,” diyenler,
- “Yargı da Aleviler var” diyerek, hedef gösterenler,
- Devlet bürokrasisinde ne kadar Alevi bürokrat varsa, kapı
dışarı edenler,
- Suriye’ye saldırmanın, ABD tetikçiliği yapmanın en temel
nedeni olarak, “Esad, Alevi azınlığın temsilcisidir” diyenler,
Ahmet Bey; bu sıralamada gördüğü Alevi gerçeğini; kimin kim
ile birlikte olması gereğini, hatta zorunluluğunu fark edebildi mi?
Yukarıdaki başlıklarda tanımlanan kişi, kurum, devlet,
cemaat ve katiller, aynı zamanda Alevi katliamlarının da en temel
müsebbipleridir. Yaşamımıza, varlığımıza, hak ve hukukumuza göz koyan,
katlimize ferman dileyenlerdir.
Hangi özgürlükten söz ediyorsunuz… Özgürlük, uğrunda
ölümlere gidilecek denli değerli bir kavramdır. Onun değerini bilenler,
kendilerini üç kuruşa satmaz, ödün vermez, kimseye tetikçilik yapmaz.
Sizler, türban denilen örtünün başlara sarılmasını
“özgürlük” olarak alkışlayan “özel yetkili gazeteciler” ve fikir fukarası
yazarlar, ülke nüfusunun %30’unun en temel haklarının gasp edilmiş halde olduğu
gerçeğine gözlerinizi kapıyorsunuz.
Bir gecede kişiye özel MİT yasası çıkaranların, on yıldan
buyana Alevilerin beş temel talebinden birini olsun gerçekleştirmeleri biryana,
Madımakta insan yakan katillerin isimlerini, sıralamanın en başına yazacak
kadar gaddar, kindar ve nefretle dolu olduklarını göremediğimizi mi
sanıyorsunuz?
Siz diyorsun ki, Aleviler katillerine neden aşık değil!
Neden mi?
Gazete olarak çıktığınız dönemde, birkaç makalenizi
okuduktan sonra gördüm ki, yazılarınız, yazarlarınız, hatta bütün olarak
gazeteniz, kelime anlamında gazeteden başka her şey!
Sizi tanımlamakta zorluk çekiyorum ama şöyle izah etmeye
çalışayım: beni en sinir eden, en karşı olduğum gazete hangisidir? Diyelim ki,
Akit… Ama Akit, hedefleriyle, ideolojisiyle, duruşuyla gazetedir… Bir çizgi
ifade eder. İdeolojisi iktidar olduğunda da şeriatçı çizgidedir, muhalefet
olduğunda da. Mücadele eder, bedelini öder, kazanır ve nimetinden yararlanır.
Peki ya siz; gazeteniz? Kazanandan ve güçlüden yana; çıkar,
menfaat, para, şöhret için her şey mubah! Bir silah, polis kuryesi, işbirlikçi,
tetikçi, karalama aracı, ihbarcı, yağdanlık, kariyer tezgahı…
Üzgünüm ama gerçek bu… Taraf bir gazete değil,
menfaat-şantaj aracı…
Kendinize tuhaf bir “eksen” seçmişsiniz; gülünç oluyorsunuz.
Kuzum, bu çelişkilerinizi görmüyor musunuz? Örneğin ultra-modern yaşıyorsunuz
ama millete din, iman, Kuran, peygamber, mezhep, türban, takke, cami, namaz
öneriyorsunuz…
Özgürlükmüş!
Şimdi ne kadar cami, Kuran dersi, din dersi, imam okulu,
namaz, hac… o kadar özgürlük öyle mi? Peki İslam alemi neden özgür değil? Neden
tamamı sömürge, Neden sadece Türkiye farklı?
“Ele verir talkını” ekseni mi? Başbakan kime “çakıyorsa”,
siz de ona çakıyorsunuz! Ama öyle böyle değil, hakikaten çakıyorsunuz! Gerçi
arada bir danışıklı olarak başbakana da yöneliyorsunuz ama o yöneliminizin
hedef şaşırtma olduğu öyle sırıtıyor ki… Tipik bir Nazlı Ilıcak, Nagehan Alçı
halleri…
Bakın kardeşim, bize bulaşmayın! Lazım değil; akıl da verme…
Aklımız var, dostumuz da… Selçukluyu, Osmanlıyı, Cumhuriyeti
bu dönemleri yaşadık; tarihini satır satır hatmettik… Kimi zaman baş tacı
edildik, kimi zaman horlandık ama özgürlük ve insanlık adına hep kıyıldık,
yakıldık, derin kuyulara atıldık… Sayısız ölüm fermanlarının muhatabı olduk.
Evet, bu döngü Cumhuriyet döneminde de değişmedi… Özellikle de ABD’nin
çocukları olan cuntanın, devlet yönetimine egemen olduğu 1978’lerden günümüze…
Ancak yedi yüz yıllık bu döngünün iki istisnasını yaşadık:
birincisi, Otman’ın, Abdalanı Rum Dervişlerinden Ede Balı’nın kızı Malhun
Hatunla evlenmesi ve Türkmen’e Bey olmasıyla başlayan dönem, ki, (1299) bu
dönem Alevi-Bektaşiler bakımından Fatih Sultan’a (1450) değin yüz elli yıl
sorunsuz devam eder. İkincisi ise, 1923 -1978 arası dönemdir. Yani Atatürk
dönemi…
Bu yüzden biz, Atatürk’e çok müstesna bir değer atfederiz…
O’nu, tek kurtuluşumuz olan demokrasinin yolunu açan lider olduğu için, bizlere
bir yurt bahşettiği için çok severiz… Antiemperyalist olduğu, “özgürlük benim
karakterimdir” dediği, “Yurtta sulh, Dünyada sulh” politik eksenini miras
bıraktığı için severiz.
Evimizin en değerli köşesine de, cemevimize de resimlerini
asarız…
Evet, bu dönemin bir istisnası olan Dersim kırımı, (1937-38)
en büyük bir üzüntülerimizden biridir. O katliamın sorumlularını lanetle
anarız. Ancak hasta yatağında can derdinde olan Atatürk’ü bu kırımın sorumlusu
saymayız. En azından benim araştırmalarımın sonucu böyledir.
Rahmetli babamın vasiyeti kulaklarımdadır: “oğul… Türk Atası
(Atatürk) geldi de biz adam sayıldık, şehre indik, ürünümüzü satıp parasını
aldık…
Şehre ürünümüzü satmaya gittiğimizde, varlığımız elimizden
alınır, ‘pis Kızılbaş’ denilerek, hakaret edilir, dayak yerdik… Karakola
şikayete gittiğimizde ‘sen nasıl filan ağayı şikayet edersin’ denilerek bir
dayak da karakolda yerdik… Pantolonumuzu indirip ‘kuyruğumuz var mı’ diye
bakarlardı. Çocuklar, arkamıza teneke parçaları bağlarlardı. Aaah, ah, O, bir
insan değil, muhakkak beklediğimiz Mehdi olmalıdır; sadece yurdu kurtarmakla
kalmadı, bizim yurttaş olmamızı da O sağladı ” derdi…
İşte böyle Ahmet Bey…
Dostumuzu, düşmanımızı, yarenimizi, yoldaşımızı, hakkımızı,
haddimizi iyi biliriz… İyi bilmek ne kelime, iliklerimizde hissederiz…
Murtaza Demir

Yorumlar
Yorum Gönder
Hakaret içeren ve düzgün Türkçe ile yazılmayan yorumlar yayınlanmayacaktır.