Milli Eğitimin Manifestosu-Prof.Dr. Şahin Filiz
Eskiden denenmiş, ama hiçbir yararı olmayan, hatta İslam
dünyasını ve Osmanlıyı çöküşe sürükleyen hiçbir eğitim içerik ve yöntemi,
yeniden denenmeye değer değildir. Atatürk, bu noktada deneyci tutumuyla realist
yöntemi devreye sokmaktadır
Felsefe Tarihinde Platon ve Aristoteles, bugüne kadar
süregelen düşünce tarihinin iki farklı felsefi yöntemini sistemleştirmişlerdir.
Platon, insan zihni ve onun sahip olduğu temel kavram ve idealarla dış dünyayı
biçimlendiren, tanımlayan ve belirleyen idealist bir yöntemle idealizmi;
Aristoteles de, neredeyse bunun tam tersine, dış dünya ve içindeki varlıkların
varoluş ve düzenlerine göre zihni ve onun idealarını belirleyen realist
yaklaşımla realizmi, insanlığın tüm düşünsel serüvenine kalıcı parametreler
olarak konumlandırmışlardır.
İlerlemeci Atatürk
Atatürk, düşünce ve yaşamı, idealizm ve realizmi
birleştirmiş; Türk düşün yaşamı ve dolayısıyla eğitim felsefesini bu birleşime
göre belirlemiştir. Onun eğitim felsefesi, tek yönlü ve indirmeci değil; çok
yönlü ve ilerlemecidir. Usa dayalı, ussal kural ve uslamlama yöntemi ile
idealist; yaşam ve reel olgularla ilgili olmak bakımından da realisttir.
Tarihsel süreç içinde geçmişe dönük eğitsel olgu ve
örnekleri, şimdi ve ileriye dönük ilerlemeci ve tekâmülcü felsefeyle
değerlendirerek çağdaş, laik, demokratik ve modern bir eğitim yöntemine ulaşır.
Atatürk, genel düşünce dünyasında olduğu gibi, eğitim anlayışında da idealisttir
ancak, ütopyacı değildir; realisttir ancak pozitivist ve materyalist değildir.
İdealisttir, çünkü milli bir eğitim felsefesi temeline dayanır. Realisttir,
çünkü çağdaş ve yaşamla iç içe bir eğitim-öğretim anlayışına bağlıdır.
Eğitimde birlik
Osmanlı Devletinde 1776’lardan itibaren Batı örneğine göre
askeri okullar ve Tanzimat (1839) yıllarından itibaren de yine Batılı sivil
öğretimden ilham alınarak Rüştiye, İdadi, Sultani gibi ortaöğretim ve iptidai
gibi ilköğretim kurumları açılmaya başlanmış, Darülfünun kurulmuştur. Maarif
Nezaretine bağlı bu yeni mekteplerin yanında Meşihata, Şer’iye ve Evkaf
Nezaretine bağlı medreseler ve sübyan mektepleri de varlıklarını, etkilerini
sürdürmüşlerdir.1
Yeni açılan mekteplere, onları medrese ve sübyan
mekteplerinden ayırmak için bazen Tanzimat Mektepleri, Maarif Mektepleri de
denir. Buralarda yeni bazı derslerin yanında Arapça, din dersleri de yer
alıyor, öğrencilere zorunlu olarak ibadetler de yaptırılıyordu. Buna rağmen
medrese bunlarla da yetinmiyordu ve tepki gösteriyordu. Bir yandan da azınlık
ve yabancı okullar da kendi kültür ve ideolojilerine göre farklı bir
eğitim-öğretim yöntemi uyguluyordu. Medrese ve azınlık okulları, gayrı milli
bir eğitim felsefesi güderek aynı amaçta birleşiyordu. Bu dağınık, düzensiz ve
sistemsiz, çağ dışı eğitim sisteminin sakıncaları Osman yetkilileri ve Ziya
Gökalp tarafından fark edilmiş olsa da, nihai çözüm 3 Mart 1924’te 430 sayılı
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile sorun kökten çözülmüş oldu. Böylece tüm bilim ve
öğretim kurumları Maarif Vekâleti’ne bağlanmıştır.2
Eğitim-Öğretimin birleştirilmesi yani eski deyimle Tevhid-i
Tedrisat kanunu yoluyla eğitim ve öğretim ulusallaşma, laikleşme, halkçılaşma,
bilimselleşme3 ve rasyonelleşme özelliklerine kavuşmanın ilk adımı atılmış
oldu.
Ben bilinci olarak ulus idesi
Milli Mücadele ile Türk ulusu, Atatürk’ün önderliğinde,
tarih sahnesine ben bilincini oluşturan bir varlık ve var oluş öznesi olarak
ortaya çıkmıştır. Milli kurtuluşa büyük bir zaferle ulaşıldıktan sonra,
Atatürk’e göre, Türk ulusunun varoluş olarak ortaya çıkışını ve varlık olarak
devamını olanaklı kılacak ikinci aşamaya hemen ve vakit geçirmeden geçilmesi
gerekiyordu.
Ümmet yapısı, tek bir ulusun kendi benlik var oluşu ve
bilincini yaratmasına engeldir. Osmanlı’daki ümmet anlayışı, bu devleti
başlangıçta kuran kurucu unsur, kurucu özne Türkleri, nesneleştirmiş; ulus
olarak var oluşlarına engel teşkil etmişti. Ulus olarak var olmak, ben bilinci
ile mümkündür. Bu bilinç olmaksızın, eğitim ve öğretimde birliğin sağlanması
düşünülemez. Nitekim Osmanlılarda dağınık, parçalı, birbirinden kopuk ve gayrı
milli bir eğitim düzeni vardı.
Milli Mücadeleden itibaren bilinçli bir hareket başlamıştır.
Ulaşılan zafer devrimlerin anahtarı olmuştur. Türk devrimcilerine göre istiklal
ve İnkılâp, bu kutlu amaç, ikiz ilkedir.4
Savaş ve devrimlerle beraber yürüyen ilk mesele kimlik
meselesidir. Osmanlı Devleti’nden birçok millet ortaya çıkmıştı. Bunlardan bir
kısmının varlığı, yapaydı. Avrupalıların yardımı ile oluşmuştu. Bağımsızlık ve
özgürlük için en son uğraşan Türkler oldu. Ancak yalnız Türklerdir ki hayat ve
mukadderatları için dövüşmüşlerdi. Kendilerini tanımak istemeyen cihana
varlıklarını ve ben bilinçlerini tanıtmayı başardılar.
Lozan Konferansı sırasında İngiliz heyeti üyeleri, bütün
Türklere, özellikle milliyetçilere düşman idi. Yeni Türkiye, devletler
tarafından tanınmayı yahut konferans müzakerelerini beklemeden hayatı yeniden
düzenlemeye başladı. Açık bir şekilde ortaya çıkamamış olan Türk ve Türkiye
sözcükleri, ancak Türk devrimiyle resmiyet kazanmıştır. Oysa daha önce “Türk”
etnik düzeyde bile ihmal edilmişti. Türkleri yeni baştan Türkleştirmek ve kendi
özüne döndürmek, ilk parola buydu. Kimlik, yani kendi bilincine varmak çok
önemliydi.5 Atatürk, “ dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvela
bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen
bütün hareketlerimizle gösterelim. Bilelim ki milli benliğini bulmayan
milletler başka milletlerin avıdır.”6
Ben bilinci, Türk milletinin varlığını, bağımsız var oluşunu
sağlayan Milli Mücadele ile başlamıştır. Sıra, öncelikle eğitim ve öğretimin
tek elde birleştirilmesiyle, tek ulus, tek ülke ve tek bayrak söylemlerinin
bilimsel ve ideolojik temellerinin atılması idi. Tek ulus olarak var olma
bilinci, eğitimin tekleştirilmesiyle ideal boyuta taşınacaktır.
Türk devrimlerinin bir kısmı Osmanlı sistemi ile bir
hesaplaşma, bir kısmı ise amaçlardır. Amaçlar kurtuluş savaşının amaçlarının
devamı idi. Kurtuluş hareketimiz üç temel amaca yöneliktir: sömürge ve işgale
karşı bağımsız, milli bir devlet kurulması, millet egemenliğinin sağlanması,
çağdaşlaşma. Amacın bağımsızlık ve millet egemenliği kısmı sağlanmıştı.
Atatürk, “ benim için bir tek hedef vardır: Cumhuriyet hedefi” demişti.
Çağdaşlaşma ile bu pekiştirilecekti. Türk devrimcilerine göre çağdaşlaşma, her
şeyden önce bir hayat davası, bir var olma mücadelesidir. Türk çağdaşlaşması
Rönesans, Reform, Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi gibi birçok büyük hareketin
sonuçlarını kavrayacak, işlevlerini üstlenecek nitelikte adımlar
gerektiriyordu.7
İlk önce Türk ulusunun Milli Mücadele ile var oluş kazanarak
ben bilincine erişmesini sağladıktan sonra, Atatürk, Batı düşünce tarihinde
yüzyıllara yayılmış devrim, reform ve yenilikleri, bu ben bilincinin eğitim
yoluyla sabitlenmesinde tarih felsefesi yaparak değerlendirmiştir.
İlk bakışta, batının düşünce ve devrim tarihini top yekün
kavrayan Atatürk felsefesi, tarihsel gecikmişlik gibi görünmektedir. Bazı
araştırmacılar, Kemalizm’in modernleşmeci projesinin başta kültürel alan olmak
üzere aynı zamanda “tarihsel gecikmişlik” duygusunun neden olduğu bir
tedirginlik içerdiğini; nitekim Türklerin tarih sahnesine binlerce yıl önce
çıkmış olmalarına karşın medeniyet yarışında geri kaldığı ve bu geç kalmada
Osmanlı döneminin gerileme ve çöküş sürecinde İslam’ın Türk’ün geleneklerini
köreltip onu tembelliğe ittiği yönündeki düşünce ve söylemlerin gecikmişlik
duygusunun izlerini taşıdığını ileri sürmektedirler.8
Tarihsel gecikmiş duygusu, bir bakıma yerinde bir saptama
olarak kabul edilebilir. İdealizm, zihin kategorileri doğrultusunda dış dünyayı
ve içindeki nesneleri belirleyip tanımlamak girişimidir. Bu girişim, zihinde
başlar, ancak her zaman bir kısır döngüyle tekrar zihine geri dönmez. Yani dış
dünyada pek çok varlık kategorisini yaratır ve eşyayı düzenler. Atatürk’ün
idealizmi, ümmet içinde varlığı bile akla gelmeyen Türkleri, bir ulus olarak
var emekti. Milli Mücadele ile bu idea, gerçekleşti.
Sonraki aşama, Batı düşüncesinde yüzyılları alan devrim ve
reformların, Atatürk felsefesinde acilen, çok kısa zamanda ve belki de
yoğunlukla Türk düşün ve eğitim hayatına uygulanmasına dönük idea idi. Bu idea,
bir millet ve o milletin ben bilincine uygun bir eğitim sistemi yaratma
amacının olgusal temelde realize edilmesiyle varlığa kavuştu. Atatürk
felsefesinde, zihinde hissedilip tasarlanamayan hiçbir idea, realiteyi
doğuramaz. Türk ulusu ideası ile laik eğitim ideası, Türkiye Cumhuriyeti
realitesiyle somutlanmıştır.
Tarihsel gecikmişlik, Atatürk’ün düşünce dünyasındaki
gecikmeden değil, ideal ya da reel herhangi bir felsefeye dayalı olamayan
Osmanlı medrese eğitim ve öğretim anlayışından kaynaklanmaktadır. İdealizm ile
realizm arasındaki mesafe, ideoloji ile bilim arasındaki mesafeyi de belirler.
İdeolojisi olmayan bilim ve eğitim, ideası olmayan reel gerçeklikten söz etmek
kadar isabetsizdir. Atatürk’ün idealist yöntemi, milliyetçi içeriktedir. Bu,
ideolojidir. Bu ideolojinin birleşeceği bilim ve realite de medeni âlemle olan
birlikteliktir. Atatürk, o dönemde bile, Org. Gn. İlker başbuğ’un deyimiyle,
“ulusal düşünüp küresel davranmayı” ilke edinmiştir. “ Milli hâkimiyete
uygunluk, eskinin şeriata uygunluk tezi yerine geçmiştir. Milli hâkimiyete ve çağdaşlığa
uymayan müesseseler yıkılmalıdır. Milliyetçilikten hareket edip medeniyetçiliğe
ulaşan devrimler bir ideoloji oluştururlar. Bu ideoloji bizi medeni âlemle
birleştirir.”9
Realist yöntemin arka planı
Ulus olarak var olma ve bu var oluşun laik, çağdaş, modern
ve bilimsel açılardan gerçekleştirilmesi, Atatürk’ün eğitim felsefesinin
realist yönünü açıklamaktadır. Türk ulusunun öteki milletlerden önce ayrılarak
kendi varlığını ve bağımsızlığını kanıtlaması, sonra da medeni dünya ile özgür,
ben-bilincine sahip olarak birleşmesi, idealizm ile realizmin Atatürk’ün
düşünce sisteminde, Kemalist ideolojide nasıl diyalektik bir harmoni
oluşturduğunu göstermektedir.
Atatürk, Milli Türk ulusunu Milli Mücadele ile var oluşa
kavuşturmakla idealist, bu var oluşu eğitim felsefesiyle somutlaması da realist
yöntemi çok kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleştirmiştir. Türk ulusu
milliyetçilikle artık sadece bağımsız ve tek başına bir idea olmakla kalmamış;
eğitim anlayışıyla öteki milletlerle yarışa girebilecek bir realizmi
başarabilmiştir. Milliyetçilik idealizmin, çağdaş eğitim felsefesi yoluyla
öteki milletlerle birlikte ve yarış içinde var olmak da realizmin açık-seçik
ifadesini oluşturmaktadır.
Atatürk felsefesi monarşizme karşı cumhuriyetçilik,
evrensellik yerine milliyetçilik, imtiyazlı zümreye karşı halkçılık,
ümmetçiliğe karşı laiklik, atıl ve tepkisiz çevrelere karşı devrimciliği ön
görür. Bu felsefe bir medeniyet devrimi, çağdaş medeniyetleri aşma hareketi,
imparatorluktan milli devleti geçişi postulat olara kabul eden bir Türk
aydınlanmasıdır. O, kendi tarihindekilere de benzemeyen köktenci bir
modernleşme hareketidir. Batıdakilere de benzemez. Batıdakiler yazı, dil,
felsefe, ilim gibi konulara el atmamışlardır. Atatürk felsefesi, Marksizm’e ve
Komünizme de kaymamış; kendine özgü bir eğitim ve öğretim diyalektiği
kurgulayarak Türk ulusuna özgü bir düşünce sistemi oluşturmuştur.10
Atatürk, milliyetçi düşünceyi, Batı düşünce ve fikir
hareketlerinden mümkün olduğu kadar yararlanmanın belirleyici bir benlik
bilinci olarak kabul etmiştir. Pozitivist felsefeden Sezgici felsefeye kadar
Batı’da her türlü fikir hareketlerini yakından izlemiş ; Platon ve
Aristoteles’de köklerini bulan idealizm ve realizmin tali kollarını temsil eden
tüm felfesi düşünce çeşitliliklerine ilgiyle yaklaşmıştır.11
Atatürk’ün eğitim felsefesi özellikle şu noktalarda realist
bir yöntemin devreye sokulduğunu ortaya koymaktadır:
Ona göre geçmişin hataları kökünden temizlenmeli ve
düzeltilmelidir. Burada devrimsel düşüncenin idealist mantığı egemendir.
Toplumda yaygın bir bilgisizlik ve cehaletin olduğu saptaması, realist bir
yaklaşımdan elde edilen bir sonuçtur. Bu saptama olgusaldır ve nesnel bir yanı
vardır. Başka bir deyişle bilimsel bir tanıdır. “Kökten temizleme ve düzeltme,
idealist yöntemin; yaygın bilgisizliğin saptanmış olması da realist yöntemin
eşgüdümlü olarak kullanıldığını belirler.
Osmanlıdan kalan eğitim yöntemi ya da yöntemleri, Atatürk’ün
eğitim felsefesine göre, yetersiz, uygunsuz ve çağdışıdır. Öğrencinin
dövülmesinden, aile içi şiddet ve baskıya maruz kalmasına kadar izlenen yöntem
sağlıklı ve gerçekçi değildir. Ahlak, din ve maneviyat eğitimi ezbere, aile baskısına
ve cahil insanlara bırakılmıştır. Bu yüzden çocuklar, baskı altında cehaleti ve
bilgisizliği ilim diye okumakta; ancak bu durum hem içerik hem de şekil olarak
İslam dünyasında yalnızca çöküşü ve gerilemeyi mukadder kılmanın ötesine geçişi
sağlayamamaktadır.12
Atatürk’ün eğitim felsefesinde milliyetçilik başat bir ön
doğrudur.. İslam dünyasında uygulanan eğitim ve öğretim, ümmetçi bir içerik ve
şekle bağlı olduğundan, gerileme kaçınılmaz olmuştur. Bu reel bir durumun dile
getirilişidir. İdealist yöntem, eğitimin milli olmasını gerektirmektedir. Türk
ulusunun ortaya çıkışı düşüncesi nasıl ki ideadan reele taşınabilen bir sürecin
gerçekliğini kanıtlamışsa, aynı şekilde, ümmet yapısına uygun eğitim sisteminin
yerine milli bir eğitim felsefesinin konması da ideadan reele geçebilmenin hiç
de imkân dışı olmadığını düşünmemize yol vermektedir.
Milli eğitim felsefesi Atatürk’e göre millet olmanın, başka
bir deyişle, bir millet olarak varlığını sürdürebilmenin temel koşuludur.
Milliliği medreseler ve yabancı okullar zora sokmaktadır. Eylül 1924’te
Samsun’da öğretmenlerle yaptığı konuşmada şu çok önemli teşhis ve tespitte
bulunur:“ Terbiyedir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum
halinde yaşatır veya bir milleti kölelik ve yoksulluğa iter… Yeryüzünde üç yüz
milyondan fazla İslam vardır. Bunlar ana, baba, hoca terbiyesiyle terbiye ve
ahlak almaktadırlar. Ne yazık, gerçek şu ki, bütün bu milyonlarca insan
kütleleri, şunun veya bunun kölelik ve horlanma zincirleri altındadır.
Aldıkları manevi terbiye ve ahlak onlara bu kölelik zincirlerini kırabilecek
insanlık meziyetini vermemiştir, veremiyor. Çünkü terbiyelerinin amacı milli
değildir.”13
Atatürk eğitimin istikrarlı olmasından yanadır ve bir eğitim
politikamızın olmamasından yakınmaktadır. Her Maarif Nazırının, yani eğitim
bakanının kendine göre, kişisel bir eğitim politikası olduğunu ve bakan
değiştikçe eğitim sisteminin de değiştiğinden şikayet eder. İstikrarlı bir
eğitim politikası, kalıcı bir eğitim felsefesinin önceden inşa edeceği teorik
bir temele dayanmalıdır. Bu işin idealist yanını anlatır.
Atatürk, eğitimin gündelik ve sıradan yaşamla içi içe
olmasını ister. Bugün ABD ve Batı ülkelerindeki eğitim politikaları, teori ile
pratiğin, başka deyişle idealizm ile realizmin harmanlandığı bir anlayışı
yansıtmaktadır. Bu anlayışı çok önceden Atatürk’ün fark etmiş olması, onun her
iki yöntemi nasıl birleştirdiğini göstermektedir. Eskiden denenmiş, ama hiçbir
yararı olmayan, hatta İslam dünyasını ve Osmanlıyı çöküşe sürükleyen hiçbir eğitim
içerik ve yöntemi, yeniden denenmeye değer değildir. Atatürk, bu noktada
deneyci tutumuyla realist yöntemi devreye sokmaktadır.
Eğitim millilik vasfıyla Türk ulusunu ümmet ve kütle
olmaktan kurtarıp ulus olarak varlığını sürdürmesini sağlayacaktır. Çünkü
Atatürk eğitim felsefesini bilimsel, laik ve ilerlemeci esaslara
dayandırmıştır. Bu görüş, Batıya ve onun eğitim sistemine tam olarak öykünme
anlamına gelmez. Çünkü Atatürk realizm ile idealizmi, eğitim felsefesinde Türk
ulusuna özgü bir kombinezonla inşa etmiştir. Reel özellikleri, eğitim
anlayışının laik, bilimsel ve yararcı (yaşamın gereklerini karşılayan)
olmasıyla belirginleşen eğitim felsefesi, materyalizme ve pozitivizme kaymadığı
gibi, ahlak, erdem, disiplin ve maneviyatın çocuklara öğretilmesi gereğini de
dışlamaz. Ancak bunların öğretilmesi, ümmetçi ya da teokratik bir eğitim
yapısına benzemeyi de içermez.14
Öğrencilerin çalışkan olmaları, kendine öz güven duymaları
ve Türk milletinin bu eğitim süreci boyunca yaşamla doğrudan ilintili olarak
kendi yeteneklerini geliştirmesini salık veren Atatürk, Türk kadınına bu eğitim
felsefesinde en ideal misyonu yükler: Türklüğü korumak ve sürdürmek…15
Öyleyse, Atatürk’ün eğitim felsefesine göre;
- Teori ile uygulama paralel olmalıdır. Eğitim gündelik
yaşamla iç içe olmalı; pratikteki yarar, kuramsala kurban edilmemelidir.
Yararcılık ihmal edilemez.
- Eğitim sistemi hiçbir şekilde tek açılı bir görüşe bağlı
kalınarak belirlenemez. Medeniyet tarihi içinde tüm düşünce sistemlerinden
yeteri ve gereği ölçüsünde yararlanılmalıdır.
- Medrese, hurafe, bilim dışı içerik ve yöntemi yansıtan
eğitim anlayışları, denenmiş ve yarar değil, zarar getirdiği tarihin
laboratuarında kanıtlanmıştır. O halde geriye dönmek için herhangi bir neden
yoktur. Ancak, eğitimde disiplin, ahlak ve maneviyatın, hatta dinin doğru bir
şekilde öğretilmesi, başka deyişle, dinin bilimsel yöntemle tedrisi mümkündür
ve böyle de olmalıdır.
- Eğitim mutlak milli olmalıdır. Milliliği tehdit eden iki
eğitim biçim ve mekânı vardır: Azınlık okulları ve medreseler. Atatürk’ün bu
saptaması bugün de geçerlidir. Ancak din öğretimi en yüksek düzeyde ve
kesinlikle bilimsel ve felsefi ölçütler ışığında verilmeli; softalığa, telkin
ve koşullandırmaya izin verilmemelidir.
- Kalıcı ve istikrarlı bir eğitim politikası teorik bir
hazırlığı gerektirir.
- Bugün bilimsel niteliğini ve çağdaş amacını yitirmiş Kuran
Kursu, İHL gibi bazı eğitim- öğretim kurumları kapatılmalıdır.
SONUÇ
Atatürk, metafizik ve ona ilişkin konularla ilgili her türlü
düşünceyi idealizm ile kuran Platon’u ve fizik ve nesnel varlık alanıyla ilgili
olanları da realizm ile kuran Aristoteles’in sistematik felsefelerini, yeni bir
Türkiye ve tarihte gömülü kalmış Türk milletinin çağdaş eğitim felsefesinde
birleştirerek özgün bir eğitim sistemi yaratmayı başarmıştır.
Teori ile pratik, başka deyişle idealizm ile realizm
arasındaki mesafeyi, devrimlerle kısaltmış; Batıda yüzyılları alan Rönesans ve
reformları Milli Mücadele ve o sayede gün yüzüne çıkarttığı Türk ulusunun
çağdaş eğitime kavuşturulması yoluyla mucize sayılabilecek hız ve başarıyla
aşmıştır.
Ümmetten ulusa, kütleden millete, medreseden laik eğitime,
hurafeden bilime geçiş idealden reele ulaşabilmenin göstergesidir.
Atatürk’ün eğitim felsefesinde, içerik ve yöntem birbiriyle
uyumludur. İçerik, bilime, medeniyete, yeniliğe ve ilerlemeci mantığa uygun
olmalıdır. Şekil, yönteme ilişkindir. Eskiden denenmiş içerikler, öğrencileri
suskunluğa, öz güvensizliğe ve cehalete sürüklüyordu. Oysa yeni yöntem,
bilimsel ve rasyonel herhangi bir temele dayanmayan şeylerin kökten
kazınmasını, ezberle, hoca ve aile baskısıyla öğretme yöntemin ortadan
kaldırılmasını ön görmektedir. Yöntem ideali, içerik de reeli baştan sona
düzenlemeyi anlatır.
1 -Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, Pegem A Yayıncılık,
Ankara 2007, s. 329.
2- Bkz. Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, ss. 329, 330.
3- Bkz. Rifat Okçabol, Türkiye Cumhuriyeti Eğitim Sisteminin
Kuruluş Mantığı ve Temelleri, ss. 22-29, Ülkemizde Laik Eğitim Sisteminde
Sosyal Bilim Olarak Din Öğretimi Kurultayı, Bildiri ve Tartışmalar Malatya,
T.C. İnönü Üniversitesi Yayınları, Malatya, 7-9 Nisan 2005.
4- Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, Ayışığı
Kitapları, İst. 1997, s. 202.
5-Bkz. Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk devrimleri, s. 202,
203.
6 -Sadi Irmak, “Atatürkçülüğün İlkeleri, İnkılâpların Fikri
Temelleri, Atatürkçü Düşünce, Ank. 1992, s. 87 vd.
7-Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, s. 212.
8- Bkz. İsmet Parlak, Kemalist İdeolojide Eğitim, Turhan
Kitabevi, Ank. 2005, s. 136.
9- Bkz. Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, s. 213.
10- Bkz. Yümni Sezen, A.g.e. , ss. 215, 223; İsmet Parlak,
Kemalist İdeolojide Eğitim, ss. 136–148.
11 -Bkz. Arslan Kaynardağ, Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde
Felsefe, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ank. 2002, ss. 16, 17.
12 -Bkz. Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, Pegem A
Yayıncılık, Ank. 2007, s. 335,344.
13- Bkz. Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, s. 337.
14 -Bkz. Yahya Akyüz, A.g.e., ss. 338–334.
15 -Bkz. Yahya Akyüz, A.g.e. ,338–344.
.
Yorumlar
Yorum Gönder
Hakaret içeren ve düzgün Türkçe ile yazılmayan yorumlar yayınlanmayacaktır.