Atatürk’ün Mal Varlığı-As. Prof. Dr. Orhan Çekiç
Çiftlikler meselesi…
Atatürk 1927 yılında Büyük Nutku’nu
okuduğu C.H.P’nin 2.ci Kurultayı’nda, taşınır-taşınmaz tüm mal varlığını
C.H.P.’ne bağışlayacağını duyurmuştu. Daha ileride, bu partinin artık devletle
tamamen bütünleştiğini görerek fikrini değiştirmiş ve mal varlığını C.H.P’ye
değil, Hazine’ye bağışlamaya karar vermişti. İşte 1933 yılında bu konuda ilk
adımı atmış ve gereken hukuki hazırlığı yapmasını da Genel Sekreter’i Hasan
Rıza Soyak’a emretmişti.(Soyak, Atatürkten Hatıralar, s.754).
Soyak Atatürk’ün bu emrinin yerine
getirilebilmesinin olanak dışı olduğunu, Miras Hukuku’nda “mahfuz hisse” denen
bir kavram bulunduğunu, buna göre kız kardeşi Makbule Hanım sağ olduğu için,
mal varlığının % 25’inin Makbule Hanım’a ait olduğunu, o nedenle tümünü değil
ama kendi tasarrufundaki %75 üzerinde dilediğini yapabileceğini uzun uzun
anlatıp durdu.
Atatürk tatmin olmuyor, tüm
varlığını milletine yani hazineye bağışlamak konusunda ısrar ediyordu. Son
sözünü söylemiş;
“…Her
neyse, bir çaresini bulmalı ve mutlaka benim istediğim gibi bir vasiyetname
yapmalıyız. Sen bu işle meşgul ol…”demişti. Emir kesindi. (Soyak…)
Hasan
Rıza bunun üzerine bir hukuk bilgini olan Saruhan (Manisa) milletvekili Mustafa
Fevzi Efendi’ye danışmış, konuyu inceleyen M. Fevzi Efendi şu öneriyle
gelmişti:
“ Miras
Hukuku hükümleri çok açık. Oradan bir çıkış göremiyorum. Yalnız aklıma bir
başka nokta geliyor: TBMM Gazi için özel bir kanun çıkartsın. Sorun herhalde o
zaman çözülebilir.”
Atatürk’ün
de uygun görmesi üzerine konu Meclis’e götürülmüş ve bu kanun çıkartılmıştı.
Kabul
Tarihi: 12.6.1933, numarası: 2307.
Madde 1:
Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin, Kanunu Medeninin 452. maddesi dairesindeki
tasarrufları, mahfuz hisseler hakkındaki hükümden müstesna olup, bütün
mallarında muteberdir.
Madde 2:
Bu kanun neşri tarihinden itibaren muteberdir.
Madde 3:
Bu kanunun hükümlerini icraya, İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
Tüm mal
varlığının ulusa yani hazineye ait olduğu, 1933’te çıkarılan işte bu yasayla
hüküm altına alınmış oluyordu. (Soyak, )
İntikallerin
tamamlanması ise 12 Haziran 1937’de bitmişti.
x x x
Özel yasa çıkarttırarak kendine özel çıkarlar
sağlayan devlet adamlarına, dünyanın her yerinde dün de, bugün de rastlanıyor,
yarın da rastlanacak…Ama özel yasa çıkarttırarak nesi var nesi yok milletine
bağışlayan devlet adamına ne Atatürk’ten önce, ne de sonra bir daha
rastlanmadı. O, bu konuda da “Tek Adam” olduğunu tüm dünyaya göstermişti ve
1933’ten itibaren O’nun artık bir dikili ağacı bile yoktu.
Kâğıt
üzerinde nice mal-mülk sahibi görünüyor olsa da…
Ne
Atatürk’müş ama!...
x x x
Atatürk’ün bu cömert davranışı
karşısında Başbakan İnönü Meclis’te uzun bir konuşma yapmış, millet adına
Atatürk’e şükranlarını sunmuş, ardından 13 milletvekili daha konuşmuş,
yüzlercesi de çektikleri telgraflarla memnuniyetlerini dile getirmişlerdi.
O ise son derecede sakin, adeta
yaptığının duyulmasından utanır gibiydi.
Seyahatte olduğu Trabzon’dan yanıt
verdi:
“ Yapılan vazifedir. Mustafa
Kemal…”
Aynı gün bir açıklama daha
yapmıştı:
“ Ben
günü geldiğinde milletime en değerli varlığımı, canımı vereceğim…”
Bu
demeçten kimse bir şey anlamadı. Durup dururken şimdi neden “canını vermekten”
falan bahsediyordu ki!
Bu
sorunun yanıtını bir tek kendisi biliyordu: Hatay Meselesi.
Hastaydı
ve bunu yakın çevresi hariç kimse henüz bilmiyordu.
Ya O
Hatay’ı alacaktı, ya da Hatay O’nu…
Tıpkı
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul için söylediği gibi…
x x x
Bu
taşınmaz mallarının hazineye devri konusu üzerinde bu kadar durmamın bir özel
nedeni var:
Bir
zamanlar Refah Partisi’nde (?) Hasan Mezarcı adında bir milletvekili vardı:
Müftü emeklisi olan Mezarcı, her konuşmasında bir fırsat yaratır ve bitmez
tükenmez bir kinle Atatürk’e saldırır dururdu. Bu yüzden hüküm giymiş, hapis
yatmışlığı da vardı. Kini biraz da oradan geliyordu.
O
günlerde her hafta Pazar akşamları Radyo Best FM’de, “Atatürk’ün Yolunda Bir Arpa Boyu”
programında, canlı yayında Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşımızı, Cumhuriyetin
kazanımlarını anlatıyordum. Programı yapan, ODTÜ’lü, Alper adında, görme
özürlüsü yüreği Atatürk sevgisi dolu bir
gençti.
Bir gün
beni aradı ve “… hocam” dedi, “bu haftaki programda Atatürk’ün mal varlığını
açıklar mısınız? Hasan Mezarcı, Antalya’da yaptığı bir konuşmada ‘ Atatürk bu
kadar mal varlığını nasıl elde edebilmiş? Her ilde bir köşk; bahçeler,
çiftlikler, tarlalar…Bu değirmenin suyu nereden gelmiş? O günkü Meclis ipotek
altındaymış, kimse kalkıp da bu hesabı soramamış, işte şimdi ben soruyorum.
Biri bana bunu açıklasın’ demiş. Siz bu açıklamayı bizim programdan yapar
mısınız?”
Peki
demiştim ve o günkü programı tümüyle bu konuya ayırmıştım.
Zavallı
Mezarcı, Atatürk’ün zaman zaman ziyaret ettiği yerler belediyelerinin kendisine
“yörenin bir şükran ifadesi olarak” hediye ettikleri köşkleri kendi parasıyla
satın aldığını sanıyor, bu paranın kaynağını soruyordu. Oysa Atatürk nezaketen
kabul ettiği bu köşklerin tümünü ilk fırsatta belediyelere iade etmiş, buraları
o belediyeler tarafından ya “Atatürk Evi” olarak muhafaza edilmiş veya müzeye
dönüştürülmüştü.
Atatürk,
kendine hediye edilenler bir yana dursun, kendi parasıyla edindiklerini
bile ya Yalova’da, Mersin’de olduğu gibi
yöre köylüsüne veya yukarıda belirtildiği gibi hazineye bağışlamıştı. Örneğin,
o günlerde bataklık olan bugünkü
Etimesgut’un tüm arsalarını, bedelini ödeyerek parsel parsel satın almış, ıslah
ettirmiş ve buralara Rumeli’den göç eden muhacir hemşerilerini yerleştirmişti.
Aynı şeyi Yalova için de yapmıştır ve Yalova’ya ilk gidişinin nedeni, bu
bölgeye yerleştirilen Rumeli göçmenlerinin durumunu görmek içindir.
Ama zavallı Milletvekili Mezarcı bunlardan
habersizdi. Ya da bilmezden gelerek Atatürk’e saldırıyordu. Ondan aldığımız son
haber-görüntüde ise yerleştiği Köln’ün bir mahallesinde, komşusu Kaplan kendini
Halife ilan etmiş, çevresine İslâmiyeti güya yayarken, Mezarcı da bir diğer
mahallede “Mesih”liğini ilan etmekle meşguldü. Beline kadar uzattığı saçlarını
bir de sarıya boyatıp, üstüne de uzun kaftanını giyince İsa’ya da benzemişti
doğrusu. Ciddi ciddi beklenen Mesih olduğunu ilan etmişti, Müslümanlar bir yana,
şimdi de Hıristiyanları kurtarmakla meşguldü…
Almanlar
bir Kaplan’a, bir Mezarcı’ya bakıp, Türkler için ne düşünmüşlerdir acaba?
x x x
Bu
konuda bir diğer acı deneyimimi ise, kültür düzeyi oldukça yüksek olduğunu
tahmin ettiğim bir topluluk önünde yaptığım konuşmadan sonra yaşadım:
“ İyi
ama…” dedi, muhatabım, “ Son günlerini yaşıyordu. Öleceğini anlamıştı. Çoluk
çocuğu da yoktu, eşi de!. Bu bağışları fazla abartmamak lâzım…Öyle değil mi?”
Yanılıyordu,
hayır öyle değildi.
Atatürk’ün,
yaptığı bağışlara temel olan yasayı Meclis’ten rica ederek çıkarttırdığı tarih 12 Haziran 1933’tür…Yani,
Cumhuriyet henüz 10 yaşındadır. Hastalıktan hiçbir emare elbette yoktur, çünkü
hasta değildir. Henüz 52 yaşında, dünyanın en yakışıklı erkeği, dünyanın
adından en çok bahsedilen, en karizmatik, en gıpta edilen lideridir.
Tümü birer sömürge haline düşüp Hıristiyan ülkelerine boyun eğen tüm İslam
Dünyası’nın ise övünç kaynağıdır, göz bebeğidir.
Bugünkü yobaz
taifesi o günkü yayınları o nedenle
izlemez, görmezden gelir. Çünkü o zaman bu kadar rahat, Atatürk aleyhine
yazamaz.
Joseph
Stalin, Adolf Hitler, Benito Mussolini,
Franko gibi çağdaşları arasından kolayca fark edilen, diğer tüm liderler
tarafından da sevilip sayılan, saygı gören bir önderdir. Her Cumhuriyet Bayramı’nda kendisini ziyaret
edip elini sıkabilmek için Asya’dan, Avrupa’dan liderler yarış içindedirler…
Oysa O hiçbir yere gitmez...Böyle bir
kişi, 5 yıl sonra öleceğini hesaplayarak, 1933’de bu yasayı çıkarttırmış
olabilir mi?
Bu soruya hâlâ “evet” yanıtını
verebilecek ya da bu konuyu güya istismar ederek Atatürk’ü halkın gözünden
düşürebileceğini zanneden zavallı aydınımsı kılıklı ultracahil yazar-çizer tayfası çıkarsa, biliniz ki bu
yaratıkların ya beyinlerine giden damarlarda tıkanma vardır, yada damarların
sonunda zaten bir “beyin” yoktur.
O yüzden zaman zaman karabatak gibi
ortaya çıkar, Atatürk’e duydukları nefretin sara nöbetleri altında, kimi zaman
basında, kimi zaman ekranlarda, debelenip dururlar.
Bu gibilerin bu ruh hastalığına
günümüz tıbbı henüz bir tedavi yöntemi bulamamıştır.
x x x
Hasan
Mezarcı ve benzerlerinin bilmediği veya bilmezden geldiği nokta şuydu:
Atatürk her konuda ulusuna örnek
olmaya çabalıyordu. Bu nedenle memleketin dört bir yanından, çoğu zaman kıraç
ve kimi zaman da Ankara’daki gibi bataklık çiftlik arazisi satın alıyor, büyük
uğraşlar sonucu buralarını cennete çeviriyor, tarlaya traktörü sokarak makineli
tarımın önemini yöre köylüsünün gözüne sokmaya çalışıyordu.
İyi de bu topraklar onlarca yıldan
bu yana, savaşlar yüzünden ekim-bakım görmemişti ki!. Köylü ise elindeki sabanı
bırakmış, süngüsünü kapmış, Galiçya’dan Filistin’e, Yemen’e; Kafkaslardan
Çanakkale’ye; yetmemiş İnönü’ye, Sakarya’ya, Dumlupınar’a, vatan hizmetine
koşmuştu. Şehit düşeni canını, sağ döneni ise Ankara’nın her feryadında
elindeki kalanı cömertçe vermekten çekinmemiş, varını yoğunu tüketmişti. Köylü
yoksuldu.
-“Eyyi deyyon, güzel deyyon emme…o
traktor dediğin makineye güç yeter mi heç Paşam!” deyiveriyorlardı, bu konuyu
nerede açsa.
O zaman hep aynı şeyi anlatıyordu:
-“ Kolayı var. Hepiniz bir araya
gelecek bir kooperatif kuracaksınız. Traktörü kooperatif alacak, tek tek sizler
değil. Sonra da hepinizin tarlalarına sırayla bu traktör girecek. Kısa zamanda
veriminizin de gelirinizin de arttığını göreceksiniz…”
Böylece kooperatif kurulmasına
öncülük ediyor, 1 numaralı üyeliği kendisi alıyor, bu yoldan da köylüye örnek
oluyordu. Kendi çiftlikleri başarılı bir düzeye geldiğinde de bunları o yörenin
köylerine b a ğ ı ş l ı y o r d u. (Mersin örneği, kooperatif üyelik foto.).
x x x
5 Eylül
1938, Pazartesi:
Atatürk
bu karında biriken suyun ancak iğneyle vücuttan çekilip alınabileceğini, ilaç
ve benzeri yöntemlerle bu işin olamayacağını kavramıştır. Doktorlar bunu
söylemese de, kendi sezgisiyle bu sonuca varmıştır. Yalnız bir endişesi vardır:
Ya iğne karına girerken bağırsaklardan birini delerse!
Bu
ihtimal onu derhal harekete geçmeye sevkeder. Vasiyetini derhal yazmalıdır. Su
alınmadan önce bu ihtimal dikkate alınmalı, vasiyet işi bitirilmeliydi.
Genel
Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ı odasına çağırdı. Güneşli bir sonbahar sabahıydı.
İçeride
olup biteni Soyak ileride şöyle anlatacaktır: (Soyak,753).
“ Odaya
girdiğimde Büyük Adam yatağında, başı biraz yüksekte, arka üstü yatıyordu.
Odayı solgun bir güneş kaplamıştı…Yüzü fildişi rengindeydi; çehresi
zayıfladıkça irileşen o güzel mavi gözleri denize ve Üsküdar sahillerine
dalmıştı…
“Odaya
girdiğimi hissedince başını bana doğru çevirdi; yatağın ayak tarafında bir yer
göstererek oturmamı işaret etti ve her zamanki sualini tekrar etti: ‘Ne
haber?..’
“Son 24
saat zarfında günün iç ve dış meselelerine dair gelen haberleri hülâsa ettim;
düşünceli ve heyecanlı görünüyordu…Buna rağmen, bilhassa görüşünü teyid eder
mahiyette olan dış haberleri dikkatle dinledi; bu haberlerle ilgili bazı şeyler
sordu ve kısa cümlelerle mütalâalarını söyledi.
“Maruzatım
bitince, sağ elini bana doğru uzattı; doktorlar katî lüzum olmadıkça kuvvet
sarf etmesini menettikleri için hareketlerine yardım ediyorduk; elini tuttum,
doğruldu, yatağın içine bağdaş kurarak oturdu…Birkaç dakika yine denize ve
karşı kıyılara baktı; belliydi ki heyecanını yenmeye çalışıyordu. Gözlerini bana
çevirdiği zaman, uzun kirpiklerinin ıslandığını fark ettim. Bütün hastalığı
boyunca benim yanımda gösterdiği yegâne zaaf, -eğer bu ulvî sükûnete zaaf demek
caiz ise- bu idi; sonra başını önüne eğdi ve ağır ağır konuşmaya başladı:
‘ Bu
yolda konuşmak benim için de, senin için de ağır bir şey; ama başka çaremiz
yoktur; konuşmaya mecburuz çocuk! Hani seninle ara sıra bir işimizden
bahsederdik; hatta bunun için de hususi bir kanun çıkarılmıştı…Şu vasiyetname
meselesi…Bugün, yarın o işi bitirmeliyiz. Nasıl olsa bir gün karnımdan su
alınacaktır; ne olur, ne olmaz…Bağırsaklardan biri delinebilir, başka bir arıza
olabilir; herhalde ihtiyatlı olalım’ dedi.
“
Gerçekten bunu beş-altı seneden beri ara sıra görüşüyorduk. Uhdesinde kalmış
olan bütün menkul ve gayrimenkul malları, partisine bırakmak niyetinde olduğunu
söyler, buna göre bir vasiyetname hazırlamamı emrederdi. Zaten bunu daha 1927
senesindeki Parti kongresinde de ifade etmiş ve sonradan, yukarıda izah
ettiğimiz gibi, çiftliklerle bazı binaları hazineye devretmiş bulunuyordu.
“Daha
sonra CHP yerine, mal varlığını Hazine’ye yani doğrudan millete bağışlama
yoluna gitmiş ve TBMM’nin çıkardığı 12 Haziran 1933 tarih ve 2307 no’lu yasayla
da bu gerçekleştirilmişti.
Şimdi
Soyak’ı dinlemeye devam edelim:
“Bu
kanun çıktıktan sonra da vasiyetname tanzimini birer suretle ihmal etmiştik.
Bunda benim büyük kusurum olduğunu
itiraf ederim. Ne bileyim; taşıdığı mânâdan olacak, böyle bir vesika tanzimine
elim bir türlü varmıyordu ve her konuşuldukça bir vesile ile ileriye atıyordum.
‘Hani
seninle ara sıra bir işimizden bahsederdik’ sözleriyle Atatürk bana işte
bunları hatırlatıyordu.”
“Şimdi o
sevgili ve kıymetli vücudun fâni alemdeki günlerinin sayılı olduğunu, bu çok
acı hakikati biliyordum ve öyle bir vesikanın tanzimine artık katî lüzum
olduğuna da çoktan Kani olmuştum; buna rağmen sarsıldım; içimden yumak yumak
bir şey kabarıp boğazımı tıkadı, güçlükle cevap verdim:
“Emrinizi
sırf öteden beri düşündüğümüz bir şey olmak itibariyle dinliyorum; yoksa buna
şimdi hiç lüzum yoktur. Yapılacak şey çok basit bir ameliyedir; buyurduğunuz
tehlike katiyen varit değildir…”
Oysa
Atatürk son derecede gerçekçidir.
“Her ne
ise”, der, şimdi lüzum münakaşasını bırakalım da bunu behemehal yapalım; mal
olarak nemiz varsa derhal bir listesini yapıp bana getir!..”
“Odadan
çıktım, büroma indim. Defterlere ve kayıtlara bakarak istediği listeyi yaparken
ben de sükûnet bulmuştum. Tekrar yanına girdiğim zaman kendisini hâlâ aynı
vaziyette buldum; listeyi aldı, tetkik etti:
‘
Bunları ikiye ayıracağız. Bir kısmı hayatta bulunduğumuz sürece üzerimizde
kalması lâzım gelenlerdir; para, hisse senedi, Çankaya’daki Köşkle eşyaları
gibi…Yapacağımız vesikaya işte bunları koyacağız; diğerlerini yani Çankaya’dan
başka yerlerdeki evleri ve emlâki, Ankara’ya avdet eder etmez, mahallî
belediyelerine veya diğer kurumlara verir, muamelesini de yaptırırız’ buyurdu
ve vasiyetname hakkında düşündüğü esasları not ettirdi. ”
Hasan
Rıza, vasiyetin her maddesi kaleme alınırken, Atatürk’ün bu maddelere ilişkin
olarak yaptığı açıklamalararı da
(vasiyet dışında) kaydetmişti :
“Para ve
hisse senetlerinin İş Bankası tarafından nemalandırılması şartını ifade
ederken:
‘İş
Bankası Celal Bey’in (Bayar) nezareti altında çok iyi çalıştı ve başarılı
neticeler aldı; Celal Bey yaşadıkça daima banka ile alâkadar olacaktır; onun
için bu kaydı koyalım !”emrini ilave etti.
“İsmet
İnönü’nün çocuklarına ait maddeyi dikte ederken de,
‘…Kendisine bir hal olursa, kardeşi-Hasan Rıza
Temelli- çocuklarına bakmaz” buyurmuştu.
X x x
Hasan Rıza’nın bu konuda yazdıklarından,
oldukça sıkıntılı olduğu anlaşılmaktadır:
“Vasiyetname
açılıp yayınlandıktan sonra, İsmet İnönü’nün çocuklarına ait bulunan madde
üzerinde türlü yersiz yorumlar yapılmış, ‘hatta bunlara tarafımızdan Atatürk’e
daha evvel İnönü’nün ölmüş olduğu’ söylendiğinden, böyle bir vasiyette bulunma
zorunluluğunu duyduğu yolunda bazı dedikodular da katılmıştır.” diye
yazmaktadır.
Görüldüğü
gibi, güya Hasan Rıza daha önceleri
Atatürk’e İnönü’nün öldüğünü söylemiş de, bunun üzerine Atatürk İnönü’nün
çocuklarına vasiyette yer vermişmişmiş…
Buna
tepki olarak Hasan Rıza Soyak şu açıklamayı yapıyor:
“Gerçek
olan şudur: Atatürk herkesin iyiliğini isteyen, buna çalışan, politika
icaplarıyla özel münasebetlerini titizlikle ayırmayı bilen, arkadaşlıklarına ve
dostluklarına içten bağlı, çok mert ve vefakâr bir insandı. Diğer yandan İnönü
o sıralarda safra kesesi iltihabı gibi tehlikeli bir hastalık geçiriyor ve
Atatürk bununla yakından ilgileniyordu. Emriyle hergün sıhhî durumu hakkında
malûmat alıyor, kendisine arzediyorduk. Hatta hastalığına rastlayan bir gelişinde,
Prof. Fissenger’i de Ankara’ya göndermiş, tedavisiyle alâkadar etmişti.”
“Atatürk’ün
sıhhî durumuna dair Başbakanlığa gönderdiğimiz raporların birer sureti de yine
(Atatürk’ün) emriyle İnönü’ye veriliyordu. Bu suretle birbirleri hakkında
muntazaman malûmat alıyorlardı. Ara sıra vasıtamla mektuplaşıyorlardı da…”
İşte her
olayın en yakın ve canlı tanığı, üstelik de vasiyetnamenin notlarını bizzat
tutanGenel Sekreter Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ün vasiyetin her maddesini yazdırırken yaptığı
açıklamaları da böyle gözlerimizin önüne sermektedir.
Bununla
da kalmamakta, bu vasiyet açıklandıktan sonra, Atatürk’ün İnönü’nün çocuklarına
da vasiyette bir katkıda bulunuyor oluşunu,
“…Atatürk İnönü’yü öldürttü de o nedenle çocuklarına da pay ayırdı…”
şekline büründüren dedikodulara yanıt veriyor ve onları yalanlıyor.
Gerçekten
de iki lider arasındaki yakınlığı ve kardeşliği bir türlü hazmedemeyen bir
kesim, bugün dahi böyle bir yalanı körüklemekten geri durmaz. Bundan
akıllarınca İnönü üzerinden siyasal bir rant sağlamaya çalışır. Oysa:
Fiessenger Savarona’ya geldiği gün, dikkat
edin aynı gün, Atatürk kendi muayenesini yaptırmadan, daha ayağının tozuyla onu
Ankara’ya gönderir ve şeker hastası olup şimdi de safra kesesinden yatmakta
olan İnönü’nün muayenesini öne aldırtmıştır.
Atatürk’ün
sağlık durumuna ilşkin raporlar hükümete gönderilirken, bir kopyası da, gene
Atatürk’ün emriyle İnönü’ye gönderilmekte, böylece her iki lider de
birbirlerinin sağlık durumu hakkında yakından bilgi sahibi olmaktadırlar.
Savarona’ya
gelmek istediğini Sabiha Gökçen vasıtasıyla bildiren İnönü’ye Atatürk:
“Zaten
hasta. Tehlikeli olabilir. Şimdi gelmesin, istirahat etsin…” yanıtını göndermiştir.
Gerek
Hasan Rıza, gerekse Sabiha Gökçen vasıtasıyla zaten mektuplaşmaktadırlar. Kimi
zaman Atatürk, Başbakan Bayar vasıtasıyla da İnönü’ye selamlarını
göndermektedir. İşte bunlardan birine
İnönü’nün 9 Ağustos günü verdiği yanıt şöyledir:
“Sn.Soyak,
İstanbul’dan
aldığım havadisler pek sevindiricidir. Sevgili Atatürk’ün ateşi çok şükür
düştü. Birkaç günde kuvveti yerine gelir. Hayatımızda heyecanlı bir sevinç
tekrar başladı; çok şükür.
Dr. Aras bana Atatürk'ün cihan değer
selamlarını getirdi. Atatürk'e en derin saygılarla minnetlerimi ve en samimi
afiyet dileklerimi takdim ederim. Bir münasip fırsatta yüce huzurlarınıza arz
ederseniz size çok teşekkür ederim. Sevgilerle, selamlar…
İsmet İnönü”
Bu
mektubun Atatürk'e arz edilmesi üzerine, O’nun emriyle Genel Sekreter
tarafından İnönü’ye teşekkür, sevgi ve iyi dileklerini bildiren bir cevap
yazılmistir. (A.H.II, s.756).
Gene,
üstelik 5 Ekim gibi hastalığın iyice ilerlemiş olduğu bir dönemde, Atatürk’ün
Bayar vasıtasıyla İnönü’ye gönderdiği selam ve sevgiye mukabil, İnönü aşağıdaki
yanıtı göndermişti:
“Sevgili
Atatürk! Muhterem Celal Bayar bana sizin selamınızı getirdi. Çok sevindim.
Sizin bir an evvel sağlığınıza kavuşmanız yegâne ve en samimi dileğimdir. İki
mübarek ellerinizden, sevgili ve can verici yüzünüzden, doymadan binlerce
öperim, Sevgili Atatürk, Büyük Atatürk, Velinimetim Atatürk!” (A. V. İ., C.
11.XI.1986). (El yazısıyla olan orijinal mektubu koy.).
Bütün bu
gerçekler karşısında, bütün bunları görmezden gelip, hâlâ ve ille de
(aralarında bir kopma vardı-hayır yoktu) çekişmesi bugün kime ne yarar sağlar,
anlamak gerçekten çok zor ama gerçek anlattığımız gibidir..
X x x
Biz
tekrar vasiyet meselesine dönelim:
Hasan
Rıza Soyak, Atatürk’ün not ettirdiklerini yasal şekle uydurmak ve müsvedde
olarak hazırlayıp getirmek üzere, izin alıp odadan ayrılır. Bu metne hukuka uygun
bir format vermek gerekmektedir. Bunun için de bir hukukçuyla görüşmelidir.
Atatürk’ün de tanıdığı, Kocaeli Milletvekili Avukat Selahaddin Yargı ile
görüşür ve vasiyetin Atatürk tarafından ve el yazısıyla yazılıp bir zarf içine
konulması ve kapatılması, sonra da bir notere verilmesi gerektiğini öğrenir.
Noter
olarak da bu görevi 6. Noter İsmail Kunter’e vermeyi uygun görürler. Daha sonra
konuyu Prof.Dr. Neşet Ömer İrdelp’e açarlar. Zamanı geldiğinde İsmail Kunter,
sanki Dr. İrdelp tarafından Atatürk için davet edilmiş bir hekimmiş gibi
Dolmabahçe’ye getirilecektir. Saraydakileri telaşlandırmamak için böyle bir yol
tutulmuştur.
Atatürk’ün
not ettirdiklerini Avukat Yargı ile birlikte, “müsvette vasiyet” haline
getirirler. Soyak bu müsvetteyi daha sonra büyük harflerle daktiloda yazar ve
el yazısıyla yazması için Atatürk’e sunar.
Atatürk
metni dikkatle inceler, “ Derhal yazalım, kapıyı kapa, içeri kimse girmesin!”
der.
Şimdi
yatağın ortasında oturmaktadır. Önüne ayaklı yemek tablasını çekmiş, bunu yazı
masası gibi kullanmaktadır. Yazmaya başlar. Hasan Rıza, yatağın sağ yanında,
ayakta durmaktadır.
Çok
sakindir. Sanki bir dostuna göndereceği notu kaleme alıyor gibidir. Ama
dikkatlidir. Zaman zaman yazdıklarını bir kez daha okuyup, bazı sözcükleri
çizer, sadeleştirir, yeniden yazar.
Mânevi
kızlarının isimlerini belirtirken bakar ki hepsinin soyadları var ama Afet’in
yok. Afet üzülmesin diye hepsini sadece ismen belirtir, soyadlarının üstlerini
çizer. Sabiha hariç. Çünkü ondaki
“gökçen” , bir soyaddan ziyade yaptığı görevden dolayı verilmiş bir
unvan gibidir.
Bir
maddede “vefatlarına kadar” diye bir ifade geçmektedir. Çizer, “yaşadıkları
sürece” olarak düzeltir. Bir vasiyette de olsa kimseye ölümü hatırlatmak
istemez. Oysa kendisi ölüme bir soluk mesafededir.
Kız
kardeşi Makbule’nin oturduğu eve ilişkin olan maddede “ikametine müsaade
edilecektir.” şeklinde olan hükmü, “emrinde kalacaktır” şeklinde düzeltir.
Ancak Makbule evlenir de çocuğu olursa, bu ev miras yoluyla çocuğuna geçemez.
Çünkü Atatürk o evi millete (hazineye) bağışlamıştır.
Bir ara Soyak, dinlenmesi için ara vermesini
rica eder, “ hayır hayır, başladık bitirelim” yanıtını verir. Sonunda
Vasiyetname şu şekli alır:
ATATÜRK’ÜN
VASİYETİ:
Taşınır
ve taşınmaz mallarımı Cumhuriyet Halk Partisine aşağıdaki şartlarla, terk ve
vasiyet ediyorum:
1- Para ve hisse senetleri, şimdiki gibi, İş
Bankası tarafından faizlendirilecektir.
2- Her seneki faizden, bana nispetleri şerefi
saklı kaldıkça, yaşadıkları müddetçe, Makbule’ye ayda 1.000 , Afet’e 800,
Sabiha Gökçen’e 600, Ülkü’ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile’ye şimdiki 100’er
lira verilecektir.
3
-Sabiha Gökçen’e bir ev de alınabilecek ayrıca para verilecektir.
4-
Makbule’nin yaşadığı müddetçe Çankaya’da oturduğu ev de emrinde kalacaktır.
5- İsmet
İnönü’nün çocuklarına yüksek öğrenimlerini tamamlamaları için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır.
6- Her
sene faizden arta kalan miktar yarı yarıya, Türk Tarih ve Dil Kurumlarına
tahsis edilecektir’’ (Vasiyetname 6 Ekim 1938 günü Dolmabahçe Sarayı’na
çağrılan İstanbul Altıncı Noteri’ne Atatürk tarafından teslim edilmiştir.
Vasiyetnamenin Ankara Üçüncü Sulh Hukuk Hakimliğince açılışı: (28 Kasım
1938).(A.V.,s..9-11 , 20-21 , 52; A.H.II,s.752-760).
Şimdi,
herkes çevresine bir baksın bakalım. Acaba dünyadaki hangi lider, ülkesine,
Atatürk’ün kendi ülkesine yaptığı kadar
yararlı olabilmiş, katkı sağlamış, tüm varlığını ulusuna bu denli
adamıştır. Böyle birini tanıyor musunuz? Hayır!.
Belli
çevrelerin ifadeleriyle milyarlarca lira değerinde olan varlığından öz kız
kardeşi Makbule’ye ayda sadece 1000 lira bırakmış ama kardeşinin geri kalan yaşamının garantisi olabilecek
hiçbir şey bırakmamış. Makbule’nin oturduğu evi bile milletin evi yapmış. Ve
Makbule 1956 yılında Gülhane Hastanesi’nde ölürken, İstanbul ve Ankara
belediyelerinden yardım edilmiş. O bin lira zamanla artık pula döndüğü için.
Oysa Sabiha Gökçen 1953 yılında İş Bankası’na başvurarak 1938 yılındaki 600
TL’nın 1953 yılındaki karşılığını talep etmiş ve kabul edilmiş ama “Makbuş”
bunu yapmamış.
Bana
yeryüzünde bir tane Müslüman devlet adamı veya insan gösterin ki, buna benzer
bir tutum sergilemiş olsun.
Atatürk’e
saldıranların nefretinin bir kaynağı da işte bunlardır. Bu taifeye bir bakın,
ne kadar fırsatçı, soyguncu, hırsız, arsız varsa Atatürk düşmanıdır.
Düşünce
adamı kalıbı içinde dolaşan ne kadar insansı yaratık varsa, “fikir özgürlüğü
maskesi” altında, Atatürk’ün karşısındadır. “O özgürlüğü ona kim ve nasıl
vermiş?” işin o tarafına bakmaksızın.
Adeta bu
Atatürk karşıtlığını, kendilerine bir kimlik edinmek için, kendilerini önemli
göstermek, bunun sağlayabileceği rantı bölüşmek için yaparlar.
Ve…onlar
hep “insansı” kalırlar…
As.
Prof. Dr. Orhan Çekiç
Yorumlar
Yorum Gönder
Hakaret içeren ve düzgün Türkçe ile yazılmayan yorumlar yayınlanmayacaktır.